Bugünkü başarılarımız,
bizden önce gelip geçmiş 40.ooo insan nesline dayanır. Keşfedilen uygarlıklar, yazıtlar,
papiruslar ve kitaplar dünya beşerinin serüvenini
bir zaman örgüsü içinde sunarlar bize. Kişisel çabalarıyla
değerleri ortaya
çıkaran ve bu tutumlarıyla yeryüzü toplumuna tohum işlevi
gören düşünürler, dar kafalı ve tutucu çağdaşlarına
meydan okuyarak, dünyanın ve evrenin sanıldığından daha
büyük, daha yaşlı olduğunu asırlarca önce ortaya
koymaya çalıştılar. Bu gerçek bilim öncüleri sâyesinde
son 400 yılda evrenin büyüklüğü ve yaşı konularıyla
ilgili kavramlar kökünden değişti. İletişim araçları
teknolojisindeki büyük gelişmeler nedeniyle, gezegenimiz
tek bir topluluk olma yolunda hızla ilerlemektedir. Kendi
kendimizi mahvetmeden, yer küremizde bütünleşmeyi başarabilirsek,
evrensel nitelikli çok büyük bir adım atmış olacağız.
Yukarıda sözünü
ettiğimiz bilgi birikimi, olduğu gibi ya da düzgün bir şekilde
yükselen (kesiksiz) bir eğri halinde zamanımıza kadar
gelebilmiş midir? H a y ı r !
Keşke bu sorumuza ‘Evet.’yanıtını
verebilseydik. Çünki, klasik yazarların; eski (kadim) Mısır,
Babil, Hindistan, Meksika, Yunan, Çin, ortaçağ ve çağdaş
kökenli kaynaklarını incelediğimizde, görüyoruz ki;
bilim ve sanat tarihi gelişiminde, ‘karanlık’ ve ‘aydınlık’
olarak niteleyebileceğimiz dönemler yaşanmıştır. Bilimin
ve sanatın ‘gündüzleri
ve geceleri’ asırlık dönemler hâlinde birbirini
izleyerek günümüze kadar gelmişlerdir. Bir örnek; “Dünyamız
dört köşeli olup, İberya Yarımadası’ndan (İspanya)
Hindistan’a, Afrika’dan Rusya’ya değin uzanır. Bu dört
köşe dünyanın dört duvarını yüce yüce dağlar oluşturmuştur
ki, gök kubbe de bu dağların üstünde durur. Dünya aynı
zamanda sandık şeklinde bir yapıdır ve bilinen tüm
karalar ile denizler bu sandığın tabanında bulunur. Gök
kubbe bu sandığın kapağı, dağlar ise sandığın dört
bir yanıdır.” Altıncı yüzyılda (Y.Y.da) yaşamış
bilim insanı ve kaşif Cosmas Indicopleustes’in ‘Hıristiyan
Topoğrafyası’ adlı eserinde dünyamız böyle tanıtılmaktadır.
Oysa, bu bilim insanından 1000 (bin) yıl önce bazı düşünürler
dünyamızın şekli konusunda gerçeğe daha yakın bilgilere
sahipti: Örneğin, Fisagor (MÖ.600) yeryüzünün küre şeklinde
olduğunu söylemiştir.
Yazımızın
akışı içinde, daha ileride de değineceğimiz gibi; yukarıdakilere
benzer örneklerin incelenmesinden de anlaşılacağı gibi
(ayrıca, telefonun mucidi Alexander Graham Bell’in de
belirttiği gibi) aslında, kadîm yol ve yöntemler yeniden
ortaya çıkarılmış, eski deneyler / deneyimler yinelenmiştir.
Çünki, şu ya da bu nedenle henüz okullarımızda
okutulmamasına karşın, eldeki belgeler göstermektedir ki;
Fleming’den önce penisilin, Wright Kardeşler’den önce uçak,
K.Kolomb’dan önce Amerika Kıtası, Galile’den önce Jüpiter’in
uyduları, Apollo uçuşlarından önce AY, Volta’dan önce
pil bilinmekteydi...
Yakın geçmişte SETI Projesi’yle araştırılması
yapılan ‘dünya
dışı yaşam’
konusu MÖ.500’lerde halledilmişti. Sümerliler
evrende yalnız olmadığımızı biliyorlardı. Okullarımızda
Kristof Kolomb tarafından ilk olarak keşfedildiğini okuttuğumuz
Amerika Kıtası MÖ.500’lü yıllarda biliniyordu. Bu, bir
bakıma, her ne nedenle olursa olsun, gerçeği ört-bas
etmek(Kur’an’sal söylemiyle “küfr”) ve insanları
yanıltmak, haber alma özgürlüğünü engellemek değil
midir? Neyse; bu, işin ayrı bir yanı... Başka bir yazımızda
konunun o yanına da değiniriz.
Tüm bunlar bize gösteriyor
ki, geçmişin karanlıklarından günümüze kadar olan (ya
da öyle olması gerektiğini düşündüğümüz) bilgi akışı
(şimdi, asıl konumuzla ilgili olmayan) birçok nedenlerle (
ki bunlara büyük kütüphanelerin yakılması da dâhildir)
engellenmiş ve dünya insanı birçok gerçeği yeniden keşfetmek
zorunda bırakılmıştır. Hatta bunu o kadar doğal bir şeymiş
gibi yapmıştır ki, yüzyıllarca önce bilinen bir şeyin
mucidi kendisi olduğunu söylemiş ve okullarda bu yolda öğretim
yapılmıştır.
21.Y.Y.’a girdiğimiz şu zamanda da durum eskisinden
farklı değildir. Yani çok eskilerin bildiği pek çok şey,
hiç yokmuş gibi hâla gizlenmekte ya da ‘efsane
/ hayal’ yakıştırmalarıyla geçiştirilmeye çalışılmakta,
yeniden bulunmaya ya da yeniden
kanıtlanmaya çalışılmaktadır. Bize tarihin
derinliklerinden göz kırpıp duran örnekleri birlikte gözden
geçirmeyi sürdürüyoruz:
1-
Venüs’ün değişimleri konusundaki ilk modern (?) gözlemler
Galileo ile başlamıştır. Kendisi bu konuda şöyle yazmıştı:
“Aşkın annesi olan Venüs, Ayın
hareketlerini taklid
eder.” Galileo’dan çok çok
önce yaşamış olan Babil’li gözlemci (astronom) rahipler
de Venüs’e “AY’ın kızkardeşi”
ya da “AY’
ın
ulu kızı” diyorlardı. Venüs, parlaklık yönünden,
Jüpiter’e daha çok benzer ve çıplak gözle bakılınca,
ona ‘Jüpiterin
kızkardeşi’ demek daha uygundur. Bu da bize,
Babil’in râhip bilginlerinin Venüs’ün AY’a benzer değişimler
gösterdiğini bildiklerini kanıtlamasa bile, düşündürmez
mi? Babil bilgeleri Jüpiter’in teleskopsuz görülmeyen dört
uydusunu kayıtlarına geçirmişlerdi. Prof.George Rawlinson
bu konuda şöyle der: “Jüpiter’in
dört uydusunu gördüklerinin kesin kanıtı var. Satürn’ün
7 uydusunu bildiklerine inanabiliriz.” (G.Rawlinson,
Kadîm Doğu Dünyasının Beş Büyük Krallığı, Cilt-3)
2-Demokritus
öğrencilerine uzayda dünyaların doğduklarını ve orada
öldüklerini öğretirdi. Bu dünyalardan ancak bazılarının
yaşamaya elverişli olduğunu söylerdi. MÖ.500-428 yılları
arasında yaşayan Yunanlı düşünür Anaxagoras da, “Üzerlerinde yaşam barındırabilecek
nitelikte başka dünyalar” konusunda yazılar
yazardı.
3-
Dünyanın belkide ilk hesap makinası Çinliler’in 2600 yıl
önce yaptıkları ‘abakus’
tur. Hâla kullanılan abakus ile
inanılmaz hesaplar yapılabilmektedir. İskenderiye mühendisleri
bundan 2000 yıl önce 100 çeşitten fazla otomat imal etmişlerdi.
İkarus’un babası olan Daedalus’un kendiliklerinden
hareket eden ve tıpkı insana benzeyen makinalar yaptığı söylenir...Garcilaso
de La Vega’nın anlattığına göre, Rimak Vadisi’ndeki
İnka Heykeli konuşur ve sorulan soruları yanıtlarmış, günümüz
bilgisayarları
gibi... Kadîm Roma Orduları Mısır’a girdiklerinde,
Memnon’un MÖ.1500 yılında dikilmiş olan ve şarkı söyleyen
heykelini görmüşlerdi. Doğan güneş heykelin başını aydınlatır aydınlatmaz, heykelin içinden müzik nağmeleri
yükseliyordu.
4- Zamanımızdan asırlarca, hattâ
binlerce yıl önce yaşamış olan insanların hâla akıl
erdiremediğimiz ve gururumuza yediremediğimiz için kabule
yanaşmadığımız aletler, desenler, gizemli taşlar ve
garip yer işaretlerinden söz açılınca, piramitlere değinmeden
geçilir mi? Kuşkusuz, burada; piramitlerin
yapılışlarından ve taşıdıkları gizemden uzun uzun söz
edecek değiliz fakat aşağıda aktaracağımız iki konu, bu
yapıları hala mezar anıt sananları biraz daha araştırmaya
(hiç değilse susup, düşünmeye) yöneltecektir:
a)
Kefren Piramidi Eylül 1967’de kozmik ışın
cihazlarıyla,
b)
Piramitler konusunda çalışmış başka bir
bilim insanı dedektör
kontrolundan geçirilmişti.
Cihaz,
her yönüyle, kusursuz çalışıyordu. Bu piramidin köşeleriyle
yanları açıkça görülebiliyordu. Fakat 1967 ile 1969 yılları
arasında bilim adamlarının aldıkları kayıtlar Kahire Üniversitesi’nde
IBM-11-30 bilgisayarlarından geçirildiklerinde, şaşırtıcı
bir durum ortaya çıkmıştı: Ses bantlarının günlük kayıtları
birbirini hiç tutmuyordu. İncelemenin yöneticisi Prof.Emir
Gohed, “Böyle
birşey bilimsel yönden olanaksızdır. Burada fen ile alay
eden bir gizem var. Piramitlerde bilmediğimiz bir güç,
bizim bilime / bilgilerimize meydan okuyor...”
Prof.Ghaneim de şöyle yazıyordu: ”...Sözgelimi, düşünün bir
kez; piramitlerin içinde, taa derinlerde, dış dünyadan öylesine
yalıtılmış boşluklar var ki, buralara taze hava ancak
piramit kapatıldıktan 4000 yıl sonra bu boşlukları
bulanlar tarafından getirilmiştir. Öte yandan, yan
duvarlar, taban ve tavanlar rengârenk ve çok ince hiyeroglif
ve frekslerle kaplıdır ve bu resimler hiç kuşkusuz içerde,
piramidin inşası tamamlandığı zaman çizilmiştir. Peki
ama, bu işin sanatkarları hangi ışıkta çalışmıştı?
Böylesine incelik ve kusursuzlukta yapıtlar verebilmek için,
en aşağı, güneş ışığı kadar güçlü ışık kaynağı
gerekmektedir. Meşale ve lamba ışığı bu iş için yeterli değildir.
Nitekim, bu sistemle aydınlatılmış tüm boşluklarda
rastlanan duman ya da sis izine burada rastlayamadık.”
5-
Bağdat kanalizasyonunu inşa etmekle görevli bir Alman mühendis
yöresel müzenin ‘önemsiz
öteberi...’
başlığı altında topladığı nesneler arasında ‘din eşyası’ olarak
etiketlendirilmiş ve hala çalışabilir durumda elektrik
pilleri bulmuştu. Bu araç gereç taa Sasaniler hanedanı
(MS.226-630) zamanından kalmaydı.
Bu
buluştan sonra yürütülen araştırmalarda, 2000 (iki bin)
yıl öncesinden başlayarak, genellikle elektriğin ve özellikle
galvanoplastini büyük bir kıskançlıkla koruyan bir
tarikatın varlığını ortaya koydu. Yine de, “Bağdatlı eski elektrikçiler”
yeni bir şey icat etmiş sayılmazlardı. Şehrin birkaç
kilometre güneyinde, eski Babil’in merkezinde 3-4 bin yıl
önce yapıldığı hesaplanan akümülatörler gün
ışığına çıkartılmıştır.
Örneklerin ayrıntılarına daha fazla giremiyoruz; hiç
değilse, öteki örnekleri sorular şeklinde ortaya koyup bırakalım
da, ilgilenen okurlarımıza ipucu ve ilgilerini ateşleyecek
edecek birer kıvılcım olsun...
•
Mahabarata’da sözü edilen uçakları ve atom bombalarını
kullananlar kimlerdi?
•
Metallerin birbirine dönüşebileceğine inanan
kadîm bilge simyacıların bu inançları hangi
bilgiden kaynaklanıyordu?
•
Amerika, İzlanda ve Antarktika’nın keşfinden binlerce yıl
önceki insanların bu yerleri oldukça ayrıntılı olarak
bilmeleri nasıl açıklanır?
•
Asırlarca önce kullanılmış olan Maya takvimi bizimkinden üstün nasıl olabilir?
•
Altimira’daki şahane kaya resimlerini yapanlar kimlerdi?
•
Kadîm bilgelikte Mars’ın iki ayı olduğunu nereden ve nasıl
biliniyordu?
•
Kadîm Çin’den Hou Yih “AY’
ın çorak, ıssız ve cam gibi bir yer olduğunu nasıl
bilebilirdi; hem de, bundan 4300 yıl önce?
•
Sanskritçe yazılmış olan MANU Kitabı’nda evrim düşüncesini
Darwin’den çağlar önce dile getirenler kimlerdi?
•
Atlantis, Mu, Lemurya gibi şimdiki dünya haritasında
bulunmayan kıtalarda / topraklarda yaşayanlar buralarda bugünkünden
daha üstün uygarlıkları nasıl oluşturdular?
•
Stonehenge (İngiltere)
ve benzeri yapıtları inşa edenler taşların hangi özelliklerinden
yararlanıyorlardı ve bu mühendislik bilgisi onlara nereden
gelmişti?
• Ya, İnkalar’a ne demeli? Bugünkü araştırmacıları
hayrette bırakan yeraltı tünellerini, mumyalarını, yollarını,
posta örgütleriyle toplum bilgilerini kimden öğrendiler?
• Aztekler’in günümüze kadar ulaşan
sulama kanalları, hangi bilgiyle ve hangi amaca hizmet için
yapıldı?
•
Nazca Çizgileri’ni oluşturanlar kimlerdi; onları hangi
bilgiyle ve teoriyle açıklanacak?
Konuyla
ilgilenen okurlarımız, literatürün (bize bu soruları
sorduran) bilgi ve belgelerle dolu olduğunu bilirler. Görüldüğü
gibi, uygarlığın kökleri zamanın, bizim sandığımızdan
çok daha derinlerinde yatmaktadır. Tarihin bilmediğimiz
(daha doğrusu, bizlerden gizlenen) kısmı, bildiklerimizden
(okullarımızda öğretilenlerden) çok daha fazla... Ünlü
bir İngiliz tarihçinin dediği gibi, “Asıl
tarih, bilinmeyen tarihtir...” Dünya uygarlık
tarihi belki de yeniden yazılacak ve o zaman anlaşılacaktır
ki, tüm bu ve benzer soruların gerçek yanıtları iki temel
bilginin ışığında aydınlanacaktır
1-
Çok eskiden dünya gezegeni sakinleri büyük bir uygarlığın
Altın Çağı’na ulaşmıştı. Bu uygarlığın şu ya da
bu nedenle (ki bu konuyla ilgili bulgu ve belgeler de vardır)
ortadan kalkması sonucu, bilgi mirası masal ve efsaneler hâlinde
zamanımıza kadar geldi.
2-
Çok eski çağlarda uzaydan gelen ileri bir kültürün elçileri
(Nommo, Oannes, Thot, Orfe, Quetzalcoatl
vb.) dünya beşerinin kendi bilimsel ve teknolojik düzeylerine
yükseltmeye çalıştılar.
O halde, dünyada hiçbir şey yeni değildir. “Yeni bilgi” diye bir şey yoktur. Her şey, şu ya da bu şekilde,
şu ya da bu zamanda söylenmiş ve yazılmış olarak bir
yerlerde durmaktadır. Ancak, dünya insanı gelişip değiştikçe,
verilmiş olanı (zaten var olanı) fark eder duruma gelmektedir..
|