|
DESCARTES |
Descartes,
Yeni çağ biliminin kurucusu, Yeni
çağ felsefesinin ilk ve en büyük sistemcisidir. Rasyonalist
bir filozof olan Descartes, bilgiyi ancak
“Kendini
Bilme”
de bulabileceğimizi söylemiştir. Ona
göre ruhumuzda deneyden önce de yerleşik düşünceler vardır.
17.
yüzyılın en önemli ve neredeyse bir çağ
başlatıcısı konumunda olan Descartes’e göre insan
düşündüğü için vardır. Ünlü sözü,
“Cogito
Ergo Sum”,
“Düşünüyorum Öyleyse Varım”
önerisi ile bugün bizim
“bilinç”
dediğimiz şeyi anlatmak istemiştir. Yani bilincimizi bilmemiz
en sağlam doğrudur. Çünkü, insanın kendi bilincini doğrudan
doğruya yaşaması olgusu, en sağlam
bilgi ve temel doğrudur.
Bununla
Descartes şunu da söylemek istiyor;
Her bilgide bir içeriğin
bilinci saklıdır; bu içerik de başka bir şeyin, bilincimizin
dışında bulunan bir şeyin işaretidir. Bilincin dışında bulunan
obje de Tanrı’dır. En yetkin varlık
olan Tanrı kavramı bize nereden gelmiş olabilir? Biz bu
düşünceyi kendimiz yaratmış olamayız, biz eksik ve sınırlıyız.
Sonsuz ve en yetkin varlık düşüncesini nasıl kendimizden
yaratabiliriz? Bu da olmayınca geriye ancak şu kalır; Tanrı
düşüncesi ruhumuza sonsuzluktan yani Tanrı’nın kendisi
tarafından yerleştirilmiştir.
Descartes’e göre ruhun özü, öz
niteliği düşünme yani geniş anlamıyla bilinç idi. Yalnız bir
filozof değil, aynı zamanda döneminin en
iyi matematikçisi, olan Descartes çalışmaları ve felsefesi ile
bir çağa imza atmış çok önemli bir düşünürdür. |
LEIBNIZ |
Yalnız bir filozof değil aynı zamanda matematikçi, doğa
bilgini, tarihçi, filolog, hukukçu ve teolog da olan Leibniz,
yöntem anlayışında, 17 YY. felsefesi içinde Descartes okulunun
yolunda yürüyen bir düşünürdür.
Leibniz
felsefeye ünlü
"Monad"
kavramını
getiren filozoftur. Leibniz ’e göre Monad kavramı ilkin
ruhumuzun derinliklerinde saklıdırlar sanki uykudadırlar,
zamanla uyandırılıp yalnız yukarıya çıkarılırlar. Ruhumuzun
derinliklerinde yalnız kavramlar, düşünceler değil birtakım
ilkeler ile doğrular da saklıdır. Ruh yalın bir tözdür.
Dolayısıyla ruh ölümsüzdür.
17 YY.
felsefesinin başlıca sorunlarından biri olan töz
sorunu Leibniz felsefesinin de başlıca sorunlarından biridir.
Onun felsefesinde tözler tam bir bağımsızlığa eriştikten sonra
etkin olacaklardır. Tözler, etkin kuvvetlerdir. Buradaki
kuvvet maddi olmayan bir kuvvettir. Tözler kuvvettir ama maddi
olmayan varlıklardır. Ve sonsuz sayıda tözlerin her biri
artık bölünemez olan bir birliktir. Onun için Leibniz tözü Monad (Monade) diye adlandırır. (Grekçe Monas; bir olan,
birlik anlamına gelir)
Maddi
değil de, ruhlu olan bu
“birlikte” Monad 'lar
arasında bir bağlantı vardır. Bu bağlantı Leibniz’ e göre,
Monadın özünde saklıdır. Her Monad kendine göre evrenin
bütününü kendisinde taşır; bir Monad evrenin bir aynasıdır,
bundan dolayı birey ile bütün arasında bir bağlantı kurulur.
Her Monadın özünde öteki Monad' ların her biri temsil
edilmektedir; her Monad ta bütün öteki Monad' ların çokluğu
kapsanmıştır; bu yüzden Monad, özü bakımından, çokluk içinde
birliktir. Çokluğun
birlik haline gelmesini sağlayan tasarımlardır.
Tasarımda
her biri kendi içine kapalı olan ayrı ayrı Monad ların
ortaklaşa bir temel özelliğidir. Monad' lar tasarımlayan
kuvvetlerdir ve tasarımlarının konusu da evrendir.
Leibniz
Monad öğretisiyle ruhun ölümsüzlüğünü savunmuş olan spiritüel
bir filozoftur. 20 YY. da onun Monad teorisini ünlü fizikçi,
bilim adamı ve neognostik olan Jean E. Charon’un Eon teorisi
( Eon-Jean E. Charon RM Yayınları) ile yeniden gündeme
getirecektir ve Eon’ların bölünmez bütünlüğü teorisi akıllara
bunu ilk kez söyleyen ünlü filozofu getirecektir.
Leibniz bir
anlamda da günümüz holistik anlayışının, kuantum teorilerinin
felsefi ve spiritüel yorumlarında anlatmak istenen evrensel
birlik ve teklik ilkesinin, batı felsefe tarihi içindeki ilk
temellendiricisi, ilk fark edenidir de diyebiliriz.
|
MALEBRANCHE |
"I will not take you into a
strange country, but I will perhaps teach you that you are a
stranger in your own country."
Nicholas
Malebranche
Malebranche
17.YY' da yaşamış, Descartes’ten sonra Fransa’nın en büyük
filozofudur. Malebranche’ nin felsefesinde çıkış noktası
Descartes’ in töz anlayışıdır. O da bu kavramın güçlüğünü
Occasionalist
(Occasionalist düşünce şöyle der: Tanrı,
bedenimdeki uyarma dolayısıyla ruhumda bir tasarım meydana
getirir; bir isteme vesilesi ile bedenimde bir hareket
yaratır. Ruh ile beden arasındaki ilgiyi böyle tanımlayan
görüşe, occasionalist bu görüşü benimseyenlere de
occasionalistler denir.)
bir görüşle ifade etmiştir.
Malebranche’ye göre; ruhi töz ile maddi tözün birbiri
üzerinde bir etkileri olamaz; büsbütün ayrı yapıları olan iki
töz arasında bir bağ kuran, Tanrı’nın aracılığıdır. Sonlu
tözler, ne ruh ne de cisim etkin değildirler; bütün etkinliğin
tek nedeni sonsuz tözdür, Tanrı’dır. Ruh da bağımsız bir töz
değildir, ruhta da olup bitenler ancak
“vesile nedenler”
dir.
Bir cisim kendisine çarpan bir başka cisim yüzünden harekete
geçiyorsa, buradaki hareketin nedeni çarpan cisim değildir.
Bu cisimlerin çarpışıp bu arada hareketin birinden ötekine
aktarılması, oluşan her şey, bütün hareketlerin gerçek nedeni
olan Tanrı’ nın istencini gerçekleştirmede yalnız bir
nedendir. İnsan ruhu içinde durum böyledir; Tanrı’nın etkisi
olmadan insan ruhu ne algılayabilir, ne de isteyebilir. Çünkü,
Tanrı’da bir
“ ideal cisimler dünyası ”
vardır.
İdeal cisimler, reel cisimlerin asılları, örnekleridir. Tanrı
reel cisimleri bu ideal cisimlerin örneklerine göre
yaratmıştır. Bu düşünce Augustinus üzerinden geçerek gelen
Yeni-Platonculuğun etkisidir. Şimdi bizim bildiklerimiz reel
nesnelerin kendileri olmayıp, Tanrı’nın ruhundaki bu
idelerdir.
Malebranche ’ın felsefesi, Augustinus ile Descartes’ın
felsefelerini kaynaştırmaktan oluşmuştur.
Bu iki felsefe
“Tanrı’yı Bilmekle”,
“İnsanın Kendisini Bilmesi” ni
bu iki bilgi çeşidini sıkı sıkıya birbirine bağlar.
Birbirlerine birçok bakımdan karşıt da olan rasyonalizm ile
mistisizmi aynı sistem içinde bağdaştırma denemesi
Malebranche’da bitmeyecek, onun çağdaşlarında ve kendisinden
sonrakilerde de sürüp gidecektir. Bu deneme özellikle 17.
YY'ın büyük düşünürlerinden Spinoza ’da en yüksek noktasına
erişecektir. |
SPİNOZA |
Spinoza
’nın bütün yaşam ve düşüncesini yöneten temel güdü, Tanrı
Sevgisi ve mistik düşüncedir.
Malebranche her şeyi Tanrı’da gören panentheist bir görüşe
sahipti. Spinoza’nın felsefe sistemi ise tam anlamıyla
pantheist bir felsefedir.
(Tanrı
ile evreni bir, aynı ve özdeş kabul eden görüştür. Panteizm,
anlam olarak tüm tanrıcılık demektir. Panteizme göre Tanrı'nın
evrenden ayrı ve bağımsız bir varlığı yoktur. Tanrı doğada,
nesnelerde, insan dünyasında vardır. Her şey Tanrı'dır.)
Onun öğretisi her
şeyde Tanrı’yı bulur; evren Tanrı ile doludur; evren Tanrı’nın
kendisidir. Oysa Malebranche ’e göre evren Tanrı idi.
Spinoza bu felsefi görüşünde şöyle bir ön teze dayanır;
Bütün varolanları Tanrı,
belli ve değişmez bir düzene göre, kendi özünden türetmiştir;
kökleri Tanrı’da olan bütün bu nesnelerin ideleri de olacaktır; dolayısıyla Tanrı kavramını bilince bu kavramın
kapsadığı bütün öteki ideleri de, bunların birbirine olan
bağıntılarını da bilmiş oluruz.
Spinoza,
“Düşünüyorum, öyle ise varım”
önermesine bir çözümleme ile varmıştı. Descartes gibi önce
kendi varlığımızı bulup, bunun içinde Tanrı kavramını
aramamıştır; doğrudan doğruya Tanrı idesini mutlak, değişmez
bir çıkış noktası diye baştan kabul ederek, felsefi sistemini
oluşturmuştur. Ona göre, Tanrı’nın yapıtı
kendisinden ayrı bir şey değildir. Tanrı kendi kendisinin
nedeni olduğu gibi, varolanların da nedenidir. Nesnelerin
içindedir, dışında değildir. Tanrı ile görünüşleri arasında
ancak şöyle bir ayırım vardır: Tanrı
“yaratan doğa”,
görünüşler ise
“yaratılmış doğa”dır.
Spinoza Tanrı’yı
biricik töz ve bütün fenomenlerin içinde bulunan neden
yapmakla, “Tanrı” ile
“Evren” arasındaki başkalığı kaldırmış
oluyordu. Tanrı ile evren aynı şeylerdi; Tanrı, kendi yapıtı
olan evrenin içindedir, onun kendisidir. Evren, Tanrısal Öz’ün
kendisini geliştirmesidir. Madde ile ruhu aynı bir varlığa iki
görünüş biçimi olarak anlamakla da, Spinoza Descartes’in töz dualizmini aşmış oluyordu. Artık ruh ile cisim iki ayrı töz
değildir, aynı bir tözün özünde birleşmektedirler.
Her nesne, başka bir
nesnenin; her olay başka bir olayın zorunlu bir sonucudur,
Böylece bütün nesneler sonsuz bir bağlantı içinde yer alırlar;
bu bağlantı kesintisizdir, aralıksızdır. Bundan dolayı evren
içinde rastlantı olamaz.
Spinoza’ya göre,
düşünce, ruh içindeki olaylarda, oluşlarında sıkı bir
zorunluluğa bağlıdırlar. Ruhta olup bitenler de matematik bir
zorunlulukla birbirinden çıkarlar. Burada da hiçbir olay, bir
tasarım ya da istençli bir karar yoktur ki, kendisinden önceki
bir olay tarafından belirlenmemiş olsun, çünkü gerçek dünyanın
düzeniyle, ideal dünyanın düzeni birdirler, bu yüzden de ruh
ile bedenin görünürde birbirleri üzerinde etkileri vardır. Ruh
ve beden, zorunlu olan oluşlarında birbirlerini her an
karşılarlar ve her an birbirlerine paralel bulunurlar. |
HEGEL |
Hegel’de
Alman
idealizmi en yüksek olgunluğa erişir. Hegel’in felsefesi, bir
sistem olarak, olgunluk ve büyüklüğü yönünden, Spinoza’nın
sistemi yanında bütün felsefe tarihinde biriciktir
denilebilir. Hegel’e
göre, düşünce gibi varlık da diyalektik olarak gelişen bir
süreçtir. Varlık (evren) bir ilkenin, bir ilk temelin
kendisini açması, belli bir ereğe doğru gelişmesidir. Bütün
varolanların, bütün varlık çeşitlerinin arkasında ve temelinde
bulunan bu ilkeye, yerine göre
“İdea”,
“akıl”,
“söz” ya da
“tin” (ruh) dir. Adlarından da anlaşılacağı gibi bu ilke
manevi niteliktedir. Evren içinde, daha doğrusu evren olarak
gelişen “ide”nin ereği, sonunda kendi kendisini bulması,
kendisinin bilinç ve özgürlüğüne erişmesidir.
Hegel,
diyalektik’i evrensel bir yöntem yapar; ona göre diyalektik, hem
düşünmenin, hem de yalnız doğanın değil bütün varlığın gelişme
biçimidir. Düşünmede, varlık da hep karşıtların içinden
geçerek, karşıtları uzlaştırarak gelişirler. Ancak varılan her
uzlaşmada yeniden çözülmesi gereken yeni bir karşıtlık gizli
olduğundan, diyalektik hareket, düşüncenin varlığı bir bütün
olarak kavramasına, varlığın evrensel bilince erişip
özgürlüğünü elde etmesine kadar sürüp gider. |
|
|