Etik
sözü,
“ETOS” sözünden türer ki anlamı örfler, adetler,
alışkanlıklar, karakter yapısı ve moral değerler ile
ilişkilidir. Felsefenin pratik ve nomatif (kurallar ile ilgili) bir
koludur. İnsanların birbirlerine ve çevrelerine karşı nasıl
davranmaları gerektiği üzerine fikir yürütür. Etiğin kültürel
(dini ve geleneksel), sosyal (mesleki, kişisel) ve çevresel
yönleri vardır.
Kişisel
Etik Kişisel
Etik şu üç soruya yanıt arar:
- Ne
yapmak istiyorum?
(bedensel arzular, içgüdüler, maddi hazlar, istekler)
- Ne
yapabilirim?
(kişisel yetenekler, sosyal baskılar, doğal ve çevresel
şartlar)
- Ne
yapmam gerekir?
(dini şartlar, hukuk kuralları, vicdan ve öz-denetim)
Bu üç
soruya ortalama insan çok basit bir yanıt verir. O da. “Herkes
ne yapıyorsa ben de onu yaparım”. Böylece ne düşünmek
zahmetine girer ne de topluma ve çevresine yabancılaşır.
İnsanların çoğu toplumun çıkarcı ve sığ etik değerlerine uyum
sağlayarak yaşamlarını sürdürmektedirler.
Düşünen
filozoflar ise bu üç soruyu
Realist, İdealist, Teleolojik,
Materyalist
ve
Pragmatist yaklaşımla
beş farklı şekilde yanıtlamışlardır.
Realist
(gerçekçi) etik
üzerine sistematik yorum yapmış olan ilk düşünür
Aristoteles’tir. Aristo (M.Ö. 384-322) Etik adını
verdiği eserinde aklın yolunu önermiş ve doğru olan ahlaki
davranışların aşırılıklardan uzak olması gerektiğini
savunmuştur. Bu durum İslam düşünürleri tarafından da
benimsenmiştir. Onlara göre iki aşırı davranış tarzı vardır.
Bunlara ifrat ve tefrit denir. İfrat gereğinden
fazla aşırı davranışlara denir. Tefrit ise tam aksi olup,
gereğinden fazla pasif kalındığı durumlara denir. Örnek
olarak, çocuğunu eğitmek isteyen fakat bu eğitim metodunda
dövmeyi ve aşırı derecede cezalandırmayı seçen ebeveynler
ifrat içindedirler. Çocuğuna fiske bile vurmayan ve çocuğun
her istediğine onay verip şımartan ebeveynler de tefrit
içindedirler. Amaç, ne biri ne diğeri ama gereğinde sert
gereğinde yumuşak davranarak dürüst ahlâk ilkelerini küçük
yaştan itibaren aşılamaktır. İslam ahlâkı büyük çapta realist
etik olup, ifrat ve tefriti uygun görmez.
İfrat ve
tefritten uzak orta yolu tutmaya Budhist felsefesinde
Dharma denir. Bu söz aynı zamanda “doğru olan”, “dürüst
olan”, “gerçek olan” anlamlarında da kullanılmıştır.
Kadim
Yunan felsefesinde etik konusu “iyi nedir?” sorusu ile başlasa
da “En yüksek iyilik nedir?” veya “İdeal iyilik nedir?”
sorularını da araştırmıştır. Bu sorgulama “Eudaimon”
kavramı ile belirtilir ki “iyi ruh” anlamını taşır. Bu görüşe
göre iyi ruh sahibi insan aynı zamanda mutlu insandır. Bu
bakımdan, Eudaimonia “mutluluk” olarak tanımlanabilir.
Bu
kavramı Platon (Eflatun) düşünce boyutunda ideal varlık olarak
tanımlamış, Aristo ise akıl ve mantık içeren “iyi davranış”
olarak yaşama realist bakışla uygulamıştır. İyi davranışı için
de insanda “Arete” adını verdiği yüksek değerlerin
bulunması gerekir.
İdealist Etik
İdealist
Etik İmmanuel Kant (1724-1804) etiğidir. Bu etik
“deontoloji”
adını alır ve varlıktan bağımsız, ideal ve mutlak kavramlar
içeren bir ahlak sistemidir. Kant ideal (mutlak) dürüstlükten
yanadır ve hiçbir şart altında yalan söylememek gerektiğini
savunur. Kant’ın idealizmi hem Platon’un ve Sokrat’ın “idea”
(mükemmel düşünce, ideal) kavramına hem kutsal kitaplardaki
dürüstlük emirlerine ve hem de Newton fiziğindeki mutlak
kavramlara dayanır. Newton fiziğinde uzam ve zaman gibi mutlak
kavramlar bulunur. Kant, döneminin doğa anlayışını yansıtan
Newton fiziğinden etkilenmiştir. Kant aynen Konfiçyus gibi
ideal iyiliğe ve görev ahlâkına önem verir.
Teleolojik Etik Teleolojik Etik amaca ve sonuca yöneliktir. Amaç doğruysa ve
sonuç da iyiyse yapılan hareket de etiktir ve ahlâka uygundur.
Eğer amaç ve sonuç önemli ise sorulması gereken soru: “Kimin
amacına uygun? Sonuç kimin için iyi?” olmalıdır. Eğer hem
kişiye hem de genel topluma ve doğaya hayırlı ise iyidir
denebilir. Ancak, “hayırlı olması” ile “faydalı olması” aynı
değildir. Fayda kısa vadeli çıkarlar içerir, hayır ise uzun
vadeli yararlar içerir. Yani, fayda kısa süreli hayır uzun
sürelidir. Ayrıca “fayda” yerel, “hayır” ise genel bir
alana etkindir. İslam etiğinde önemli yer tutan “hayır”
kavramı dâhil edilmezse teleolojik etik kısa dönemli şahsi
çıkar arayışına dönüşebilir.
Materyalist
Etik
Materyalist Etik Spinoza etiğidir.
Spinoza (1632-1677) insan için mutluluk ve özgürlük etiğini
savunur. Spinoza doğaya ve maddi dünyaya önem verir ve Tanrı
doğadadır görüşüyle Panteizm inancındadır. Mutluluğu ve
özgürlüğü bu maddi dünyada aramak günümüz insanına çok uygun
düştüğünden Spinoza yeniden okunmakta ve beğenilmektedir.
Spinoza etikte rasyonel (ussal) düşüncenin ve empirik
(bedensel ve pratik) tecrübenin önemini vurgular. Yaşadığı
dönemde Alman rasyonalizmi ve İngiliz Ampirizmi güçlü felsefi
akımlar olduklarından, Hollanda’da yaşamış olan Spinoza her
iki akımın etkisinde kalmıştır. Ampirist görüş deney ve
gözlemlere düşünceden daha fazla önem verir. İngiltere’de John
Locke, Fransa’da Descartes ve Almanya’da Leibniz tarafından
savunulmuştur. İslam düşünce sisteminde İbn-i Sinâ için
ampirik düşünceyi savunduğu söylenir. Materyalist ve ampirik
etik bilimin gelişiminde etkin olmuşlardır.
Pragmatik Etik Pragmatik Etik “bir davranış şekli akla ve mantığa uygun,
pratik uygulamada da faydalı ise doğrudur” görüşünü savunur.
Bu düşünce iyilik ve doğruluk kavramlarını fayda kavramı ile
bağdaştırır. Bu tür bir ahlak anlayışı iki ana kola ayrılır.
A) Din kitaplarında önerilen klasik ve pratik ahlak, B) 19cu
yüzyılda geliştirilmiş olan Anglosakson Pragmatizmi.
Önce din
kitaplarındaki pragmatik etiğe bakalım. Dini
etik Altın Kural
olarak bilinen bir anlayışa dayanır. Altın Kural şunu der:
“Her insan adil olmalıdır. Başkalarından beklediği adaleti
kendi de başkalarına uygulamalıdır”. Burada bir beklenti
vardır ve bu bakımdan “faydacı” pragmatik düşünce içeren bir
önermedir. Eski yunanda Epikür tarafından da savunulmuştur.
Altın Kural “Sana başkaları tarafından yapılmasını
istemediğini başkalarına yapma” şeklinde de ifade edilmiştir.
Din kitaplarından örnekler:
Tevrat
(Levililer 19) Birbirinize yalan söylemeyeceksiniz. Komşuna haksızlık
etmeyecek, onu soymayacaksın. İşçinin alacağını sabaha
bırakmayacaksın. Yargılarken haksızlık etmeyeceksin. Komşun
günah işlerse onu uyaracaksın. Öç almayacaksın, halkından
birine kin beslemeyeceksin. Komşunu kendin gibi seveceksin.
İncil
(Efesliler.
2,28,29) Her bakımdan
alçakgönüllü, yumuşak huylu, sabırlı olun. Birbirinize
sevgiyle, hoşgörüyle davranın. Hırsızlık eden artık hırsızlık etmesin. Tersine, kendi
elleriyle iyi olanı yaparak emek versin; böylece ihtiyacı
olanla paylaşacak bir şeyi olsun. Ağzınızdan hiç kötü söz
çıkmasın. İşitenler yararlansın diye, ihtiyaca göre,
başkalarının gelişmesine yarayacak olanı söyleyin.
Kuran-ı Kerim
(Enam Suresi 151. Ayet) Anaya
babaya iyi davranın. Fakirlik endişesiyle çocuklarınızı
öldürmeyin. Sizi de onları da biz rızıklandırırız. (Zina ve
benzeri) çirkinliklere, bunların açığına da gizlisine de
yaklaşmayın. Meşrû bir hak karşılığı olmadıkça Allah'ın haram
(dokunulmaz) kıldığı canı öldürmeyin. İşte size Allah bunu
emretti ki aklınızı kullanasınız.
Enam Suresi (152. Ayet)
Rüşdüne
erişinceye kadar yetimin malına ancak en güzel şekilde
yaklaşın. Ölçüyü ve tartıyı adaletle tam yapın. Biz herkesi
ancak gücünün yettiği kadarıyla sorumlu tutarız. (Birisi
hakkında) konuştuğunuz zaman yakınınız bile olsa adil olun.
Allah'a verdiğiniz sözü tutun. İşte bunları Allah size öğüt
alasınız diye emretti.
Enam Suresi (160. Ayet)
Kim bir
iyilik yaparsa ona on katı vardır. Kim de bir kötülük yaparsa
o da sadece o kötülüğün misliyle cezalandırılır ve onlara
zulmedilmez.
Hadisler
- Sizin en hayırlınız, ahlakı en güzel olandır. -
Adalet güzeldir. Fakat devlet büyüklerinde olsa daha güzeldir.
- Adaleti çiğneyen devlet adamlarını cezalandırmayan milletler
çökmek zorundadır. - Bir saat adaletle hükmetmek, bir sene ibadet etmekten daha
hayırlıdır.
Görülüyor ki din kitaplarının önerdiği ahlâk anlayışı hem
realist (gerçekçi) hem de pragmatist (faydacı) olarak
değerlendirilebilir.
Charles
Sanders Pierce
William
James John Dewey
Anglosakson Pragmatizmi
Pragmatist Anglosakson etiği 19cu yüzyılda Charles Sanders
Pierce, William James ve John Dewey tarafından
geliştirilmiştir. Pragmatizm sözünü Pierce 1870 yılında ilk
olarak kullanmıştır. Bu ahlak anlayışında esas olan pratik ve
doğrudan elde edilen tecrübelerdir. Kuramlar (Teoriler)
tecrübelerin soyutlanması sonucunda oluşurlar ve pratik
sonuçlar üretmeyi amaçlarlar. Yani, kuram teknoloji üretmek
için vardır. Pragmatik görüşe göre önemli olan nasıl?
Sorusuna yanıt aramaktır. Bu bakımdan ileriye dönük faydayı
önemser. İdeal görüş ise asıl kaynağı neden? Sorusuyla
araştırdığından, öze dönük töz veya cevher ile ilgilenir.
Charles
Darwin’in
evrim kuramı Pragmatik bir kuramdır ve güçlü olanın,
çıkarlarını iyi koruyanın varlığını sürdüreceği görüşünü
savunur. Bu görüş halen Anglosakson düşüncenin ve politikanın
esasını oluşturur.
Modern
Alman filozofu Rudolf Carnap mantıksal pozitivizm’i
savunarak
pragmatizme destek vermiştir. Carnap her türlü sentetik
(bölünemeyen, ölçülüp analiz edilemeyen) metafizik düşünceye
anlamsız olduklarından karşı çıkmıştır. Kant’ın savunduğu “a
priori” (öncül-sezgisel) kavramları ret etmiştir.
İkinci
dünya savaşından sonra bu görüşleri savunan düşünürler
Amerika’ya göç etmişler ve günümüzde pragmatist felsefe
Amerikan üniversitelerinde okutulması zorunlu olan bir ders
haline dönüşmüştür.
Kendi görüşlerim İnsanın
özü örtüktür. Bu örtüyü oluşturan da insanın psiko-sosyal
yönüdür. İnsan öğrenimi ve toplumsal kişiliği sayesinde özünün
üstüne bir örtü çekmiş ve özünden uzaklaşmıştır.
Özünü
tanıyan ve onun gerektirdiği şekilde davranan insanda
hakiki ahlâk vardır.
Hakikati
tanımak için önce kendini tanımakta fayda vardır.
Kendini tanıyan insan ise tüm yaratılmış olan varlıklara “bir
göz” ile bakar. İşte bu yüzden eski bilgelik okullarının
kapılarında “Kendini tanı”
diye yazardı. Kendini tanımak ise ilgi, istek, yöntem ve eylem
aşamalarından geçer. Bu yönde bir hayli yol kat etmenin
oldukça yarar sağlayacağı görüşündeyim. İnsan olmak ile beşer
olmak arasında fark vardır. Beşer etki-tepki mekanizmaları
içinde yaşar ve yerel gerçeklikle ilgilenir. İnsan ise
etki-tepki mekanizmalarını aşarak özgür iradesine hâkim olan
ve hakikati arayan bir varlıktır. İnsan olan kişi yerel
bilgilerle yetinmeyip tümel bilgilere ulaştıktan sonra en
uygun şekilde karar verme yetisine sahiptir. Bu yeti de akıl
ve mantıkla geliştirilebilecek gibi değildir. Yani, mantıklı
ussal düşünce gerekli olsa da tek başına yeterli olmayıp
sezgilerin de devreye girmesi ile zihin açıklığı denen algı
boyutuna girilmesinde büyük yarar vardır.
Genelde
insanlar “dövüş veya kaç” yöntemini tercih ederler. Bu
yaklaşım fizik gerçeklikler dünyasında sürekli
uygulanmaktadır. Örneğin, ölüm konusu ya savaşılması gereken
veya göz ardı edilip konuşulması dahi tabu olan bir konu
durumundadır. Böylece yaşam bu dünyanın nimetlerinden
yararlanma yarışı ve kendini koruyarak sürekli bir hayali
düşmanla savaşma durumu olmaktadır. Ahlâk anlayışı da bu tür
bir yaşam anlayışına hizmet edecek şekilde gelişmektedir.
Oysaki amaç, hayatımızı
istediğimiz gibi şekillendirmekten çok, kendi hayrımıza olduğu
kadar bütünün hayrına olan davranışları ve tercihleri
yapabilmektir.
Yani, fert kadar sosyal ve doğal çevreye de önem vermek ve
uzun vadeli iyiliği esas almak gerekir. Bu bakımdan fert
ahlakı kadar sosyal, toplum ahlakı da önemlidir.
Eğer
toplumda “Sosyal Ahlâk” eğitimi ihmal edilirse zaman içinde
yozlaşma artar ve dengesiz, hasta bir toplum oluşur. Sosyal
Ahlâk’tan kasıt, toplum içinde yaşayan her ferdin tek bir
birey olmadığı bilinci içinde, diğer her ferde karşı saygılı,
sorumlu, disiplinli ve hoşgörülü davranmasıdır. Sosyal Ahlâk
değerleri güçlü olan bir toplum, sağlıklı bir şekilde yaşamaya
devam eder ve dünyada saygın bir yer sahibi olur. Sosyal
ahlâkın yanında kişisel ahlâkın da güçlendirilebilmesi için
insanın öncelikle kendini tanıması ve sorgulaması gerekir.
Sosyal ahlâkın düşük olduğu bir toplumda yaşayan ortalama
eğitimli insanın yüksek ahlâk değerleri ile yaşamına yön
vermesi oldukça güçtür. Ahlâklı
insan var olmanın sadece yiyip içmek ve içgüdüsel dürtüleri
tatmin etmek olmadığının bilincine varır. Var olmanın bireysel
bir olgu olmadığını ve toplumla birlikte var olunabileceğini,
dolayısıyla kendine fayda sağlamanın topluma fayda sağlamaktan
geçtiğini bilir. Bu anlayışa “hizmet ahlâkı” da denebilir.
Kendini tanımak Asrın
başında yaşamış olan büyük mistik George Ivanovich Gurdjieff
(1866-1949) hep “Kendini hatırla”
derdi. Bu sözle “kendi varlığının
farkında ol” demek isterdi.
İnsanın kendi hareketlerinin, sözlerinin, hatta mimiklerinin
farkında olmalarını isterdi. Farkındalığın ilk adımı
hareketlerinin farkında olmaktır. Bunun için Gurdjieff ‘Stop’
oyununu icat etmişti. Etrafındaki öğrencilerine hiç
beklemedikleri bir anda ‘stop’ der ve onların o anda heykel
gibi hareketsiz kalmalarını isterdi. Bu çok zor bir oyundu.
Örneğin tam çay içerken çay bardağı dudağınıza değdiği anda
stop dendiğini düşünün. Çayı içemezsiniz. Bardağı geri
koyamazsınız. Elinizi oynatamazsınız. Ne kadar zor bir durum
değil mi? Ama Gurdjieff ‘Tamam’ diyene kadar o durumda kalmak
zorundasınız. Gurdjieff bu oyunu farkındalığı arttırmak için
icat etmişti. Çünkü biliyordu ki farkındalığın ilk adımı
bedensel ve fiziksel farkındalıktır. Ondan sonra konuşma ve
nihayet var olma farkındalığı gelecekti. “Var olma” hali en
ileri derecede farkında olma hali ile yakından ilişkilidir.
Var-olma farkındalığı etki-tepki
mekanizmalarının ötesine geçmeyi ve kendini kontrol etme
gücünü içerir. Kendini kontrol etmek için öncelikle
kendini sorgulamak gerekir. Sorgulamanın sonucunda farkındalık
düzeyinde belirgin artışlar ve açılımlar gerçekleşir.
Tasavvufta bu benlik düzeyine “Nefs-i Levvame” adı verilir. Bu
dünyada neden var olduğumuzu ve hangi amaca hizmet ettiğimizi
düşünüp farkına varmamız da ayrıca önemlidir. Bu şuur haline
ulaşmayı başarmak, bilge kişi olmanın ilk şartıdır.
Gurdjieff insanların “uyanık uyku” durumunda yaşadıklarını, bu
nedenle de ne kendilerini ne de hakikati tanıyabildiklerini
iddia ediyordu. Kendi ifadesi olan: “İnsanlar uykuda yaşarlar
ve uykuda ölürler” sözü gerçekten düşünmeye değer. İnsanlar bu
dünyada doğarlar yaşarlar ve ölürler. Fakat pek çoğu neden bu
dünyaya geldiğini ve hangi amaca hizmet ettiğini veya hangi
ideolojinin oyuncağı olduğunu düşünmez bile. Yani, kendine
soru sormak ihtiyacı duymadan ömrünü tüketir. Pek çoğunun
yaşamı bir hay-huy, bir etki-tepki mücadelesi içinde sürüp
gider. Çalışırlar, evlenirler, çocuk yaparlar, çocuk
büyütürler, yaşlanıp emekli olurlar ama bir gün olsun “benim
bu dünyada var olmamın amacı nedir acaba?”
diye sormazlar. Çünkü bu sorunun cevabını vermek için
kendileri ile yüzleşmeleri, yani baş başa kalmaları gerekir.
Ne geçmişin hatıraları ne de geleceğin hayallerinden
etkilenmeden, objektif ve çıplak gözlerle kendini görebilmek
öyle önemlidir ki, bu bakış, bu duruş bir kere elde
edildikten, gerçeğin tadına bir kere varıldıktan sonra da
vazgeçmek mümkün olmaz.
Gurdjieff öğretisini sözel olarak aktarmış olmasına rağmen
müziğe ve ‘kutsal dans’ dediği bir tür dansa da önem
veriyordu. Bu yöntemler sayesinde insanın kendini tanıyan, bu
dünyadaki yerini ve sorumluluğunu bilen kişilik boyutuna
çıkacağına inanıyordu. İnsanların sürekli bir ego kalkanının
arkasına sığındıklarını ve “haysiyet, gurur, haklılık” gibi
kavramlarla kendilerini kandırdıklarını söylüyordu.
Bilge
kişi ego kalkanı ardına saklanmaz, olaylara katılır. Bu
katılım ‘başkasının işine karışmak’ şeklinde anlaşılmamalıdır.
Daha çok “farkındalıklı katılım”
olarak tanımlanabilir. Eğer basit bir şekilde açıklamak
gerekirse şöyle bir benzetme yapabilirim. Bilgi sahibi insan
gözleyen-gözlenen ayırımı yaparken, bilge kişi için bu ayırım
ortadan kalkar.
Bir
olayı kendine fazlaca dert eden insanlar o olayı
içselleştiriyorlar demektir. Kendilerine mal ediyorlar ve
etkileniyorlar. Buna bir bakıma “bağlanmak” da diyebiliriz.
Bilge kişiler hem bağlıdırlar hem değildirler. O anda
karşılarında duran sorunla bütünleşirler ve bağlanırlar. Fakat
kısa sürede de bu bağı koparmayı da bilirler. Daha doğrusu,
bağlanmanın şart olduğunu bilirler
ama bu bağ onları sürekli bağlamaz.
Bu son
ifade biraz çelişik gibi görünüyor. Ama bilgenin mantığı
çelişiklik içerir. Çünkü o lineer (doğrusal) düşünmez. Onun
bakışı bütünsel ve kapsayıcıdır. Bilgenin mantığı Hem-hem
mantığıdır. Bu mantık ne ikili Aristo mantığıdır ne de
Hegel’in diyalektik (Eytişim) mantığıdır. Çünkü ikiliğe baştan
inanmaz. Kapsayıcıdır ve tekliğe (vahdete) ulaşmaya çalışır.
Fakat kendi bireyselliğinin de farkındadır. Soruna bütünsel ve
katılımcı olarak yaklaşır fakat soruna bağlı kalmaz ve
bağımsız bir varlık halinde yoluna devam eder. Bu durumu en
iyi anlamış olan Uzakdoğu bilgelerine ait birkaç örnek,
gelecek bölümde sunulacaktır.
Uzakdoğu Bilgeliği Uzakdoğu
ahlâkı yaşamla yakından ilişkilidir.
Bilge kişiler ussal düşünce
ile yorum yapmanın yerine anda yaşamaya önem verirler. Bu
durumu Zen Budizm’inin klasikleşmiş hikâyelerini okuduğumuzda
daha iyi anlıyoruz. İşte birkaç örnek:
Bir Zen
rahibi ile öğrencisi bir köyden diğerine yürüyerek gitmeye
karar vermişler. Karşılarına bir dere çıkmış. Bu dereyi
aşmaları gerekiyormuş. Dere kıyısında duran çok güzel bir genç
kız: “Karşıya geçiyorsanız beni de alın. Ben tek başıma bu
dereyi geçmekten korkuyorum” demiş. Bunun üzerine usta kızı
kucağına almış ve hep birlikte karşı kıyıya geçmişler. Usta
kızı karşı kıyıya varınca bırakmış ve yollarına devam
etmişler. Bir süre sonra öğrenci ustasına sormuş: “Usta, o
genç kız kucağında iken ne hissettin?”. Usta:” Ben kızı kıyıda
bıraktım. Sen hâlâ taşıyorsun” diye yanıtlamış.
Öğrenci
ustasına sormuş: “Bir insanın hiçbir yük taşımaması ne anlama
gelir?”. Usta: “Yükten kurtul, at gitsin”. Fakat bu yanıtla
tatmin olmayan öğrenci tekrar sormuş: “Fakat ben zaten hiçbir
şey değilim. Yokluk varlığı nasıl atabilir ki?”. Usta: “O
zaman, taşımaya devam et”.
Bir Zen
ustasından bilgelik öğrenmek isteyen bir ziyaretçi ustaya
“Yanlış yolda olduğumu kesinlikle biliyorum. Bana ne yapmam
gerektiği hakkında nasihat verebilir misiniz?” diye sormuş.
Ustanın yanıtı şu olmuş: “Ne hakkında konuşuyorsun?”.
Öğrenci
ustasına sormuş: “Zen nedir?”. Yanıt “Bu sözden
vazgeçebilirsin”.
Öğrenci
ustasına sormuş: “Her varlığı kapsayan bütünsel zihnin saflığı
ne demektir?” Usta: “Hindistan’da olsaydın kollarını
keserlerdi. Burada kendini cezalandır ve çık dışarı”.
Öğrenci
ustasına sormuş: “Çözüm yolunu arıyorum ama bulamıyorum. Çözüm
yolunu nasıl bulabilirim?”. Usta: “Çözüm yolu şu andaki
arayışındadır.”
Öğrenci
ustasına sormuş: “Aydınlanmak istiyorum. Bunun için kaç yıl
çalışmam gerek?” Usta: “20 yıl”. Öğrenci: “Ya çok fazla
gayretle çalışırsam?” . Usta: “30 yıl”.
Öğrenci
ustasına sormuş: “Usta, kadife kese içindeki inci sözü ile ne
anlatılmak isteniyor?”. Usta: “Kesenin içini görmedikçe
bilemezsin”.
Öğrenci
ustasına sormuş: “Aydınlanmış bilgelerin geleneğinde kutup
yerinde duran büyük usta kimdir?”. Usta: “Kulağa hoş geliyor”.
Ahlak ile ilgili AFORİZMALAR İyi olmak kolaydır, zor olan adil olmak.
Victor Hugo
Haksızlığa sapıp bütün insanların seni izlemeleri yerine,
adaletli davranıp tek başına kalmak daha iyidir.
Mahatma Gandhi
Bir
kişiye karşı yapılmış haksızlık, bütün insanlığa karşı
yapılmış haksızlık demektir.
Emile Zola
Bir sırrı saklayarak adalete zarar vermektense, adalet uğruna
zarar görmeyi tercih ederim.Beethoven
Çocuklarınıza erdemli olmayı öğretin, insanlığı ancak bu mutlu
kılar.
Beethoven
Çocuğunuza paradan çok ahlak verin.
Beethoven
Memleketler parasızlıktan değil, ahlaksızlıktan çökerler.
Cicero
Bir
milletin ahlakı dişleri gibidir. Çürüdüğünde acısını hisseder.
Bernard Shaw
Nefsine
hakim olamayan, hiçbir şeye hakim olamaz.
Emile Zola
İnsanların en cömerti istemeden verendir.
Hz.
Hasan
Amelin sırrı sabırdır.
Hz.
Ebubekir
Bilimsel
(istatistik) Yorum Toplumda
ahlâkın dağılımına bilimsel olarak da yaklaşmak ve sayısal bir
değerlendirme yapmak mümkün olmasa da normal şartlarda bir
istatistik dağılım varsayılabilir. Şekildeki Normal dağılım
eğrisi herhangi bir toplumdaki ahlâk dağılımını yüzdelerle
ortaya koymaktadır. Ortalamadan bir standart sapma aralığında
kalanlar toplumun % 68’ini oluştururlar. Üstün ahlâk
değerlerine sahip insanlarla düşük ahlâk değerlerine sahip
olanların eşit miktarda % 15’er oranda oldukları söylenebilir.
Her iki uçtaki aşırılık oranı % 1 civarındadır. Bu yorum
sadece ortalama bir fikir vermesi bakımından ciddiye
alınmalıdır. Zira toplumun gerçek ahlâk dağılımını hesaplamak
için pek çok kişinin pek çok kişi hakkında puan vermesi
gerekir ki bunu pratikte gerçekleştirmek oldukça güç hatta
olanaksızdır. Tarafsız değerlendirmeler çoğu kez mümkün
olmadığından, böyle bir araştırmaya ve toplumsal ahlâk
değerlendirmesine hiç bir toplum girişmemiştir.
|