Modern biyoloji
bilgisini dikkate alıp, Alfred North Whitehead ve David Bohm
gibi felsefeci ve fizikçilerin en temel atom-altı
parçacıkların bile içlerinde çekirdek düzeyinde şuur
özellikleri taşıyabileceklerini ileri sürdükleri önermeleri
ciddiye alırsak, bu gibi sorular sormamak olanaksız olur. Yeni fizikçilerin
dünyanın zihinsel ve maddi yönlerinin ortak kaynağı olan daha
temel bir gerçekliği tanımlaması, bilinen kuantum gerçekliği
ve dalga/parçacık ikilemine çok uygun düşer ve bu görüş ileri
gelen kuantum fizikçilerince paylaşılır. Örneğin fizikte uzun
yıllar kariyer yapmış olan David Bohm, Spinoza ve Whitehead
spiritüel düşünce biçiminden etkilenmiş, yeni bir evren
tasarımında ruhsallığın önemini fark etmiş bilim adamlarıdır. "Şuur ve madde,
tek bir sürecin uygulamada değil düşüncede ayrılan biçim ve
içerik gibi iki yönüdür. Daha doğrusu tüm gerçekliğin temeli
olan bir tek enerji vardır. Bu sürecin zihinsel ve maddi
yönleri arasında hiçbir zaman kesin bir ayrılık yoktur"
diyen
yeni fizikçilerin yüzyılımızı etkilememeleri pek mümkün
olamayacak gibi gözüküyor.
Her ne kadar bazılarımız bu yeni
gerçekliğe gözlerimizi ve kulaklarımızı kapatıyorsak da,
değişim rüzgarları fizik yönünden de esmeye başladı. Hem Bohm
hem de ondan önce Whitehead ve Chardin için, oluşu halindeki
bu gerçeklik görüşü, parçacık fiziği seviyesinde şuur öncesi
özelliklerin varlığını göz önüne almalarına yol açmıştır. Yeni fiziğin
yaptığı modern araştırmalarda, bir elektron ya da bir foton
(ya da herhangi bir başka temel parçacık) garip bir şekilde
etrafındaki değişimleri fark edip ona göre davranıyor. Bu en
azından deneysel koşullar altında doğrudur ve bu durum gözlem
sorunun daha gizemli sonuçlarından biridir. David Bohm
atom-altı parçacıkların
"bilme" özelliklerini örneklemek için
güzel ve anımsatıcı bir benzetme kullanır. Elektronun
laboratuardaki hareketlerini bale yapan dansçıların müzik
eşliğinde dans edişleriyle kıyaslar. Partisyon, her bir
dansçının adımlarına rehberlik eden ortak bir bilgi havuzu
gibidir. Carl Gustav Jung
"Kolektif Şuuraltı" kavramıyla bu
ortak bilgi havuzunu ya da bir tür bilgi bankasını anlatmak
istemiştir. Bohm 'a göre
"söz konusu elektronlar olunca, partisyon tabii ki dalga
fonksiyonudur. Elektronlar, klasik fizik kurallarına uygun
olarak birbirlerini mekanik bir biçimde itip çekecekleri yerde
tıpkı dansçılar gibi aynı bilgi hazinesine dayalı olarak eylem
dizisine katkıda bulunurlar." Her bir elektron
sadece kendi dalga paketinde, partisyonda kendisine düşen
bölümde gizli bilgi ya da anlam karşısında hassas olmakla
kalmaz, aynı zamanda kuantumun karşılıklı etkileşimine bağlı
olarak bütün bu durumdaki gizli bilgiye; diğer elektronların
hareketlerine, deneysel cihazların tasarımına ve hatta
fizikçinin şuurlu niyetlerine belli bir yerden olmamak
koşuluyla yanıt verir. Bohm 'a göre bu paylaşılan bilgi, bu
ortak
"bilme"
elektronun temel, şuurlu farkındalığını
gösterebilir. Öyle anlaşılıyor
ki kuantum olaylarında bu anlamlı olasılıklar varsa, yeni
fizikte de bizim maddi dünyaya bakışımızı değiştirmeye çalışan
ruhsallık var. Elektronun
temelde şuurlu bir farkındalığı ve bizim şimdi anlayamadığımız
bir tür biliş halinin oluşu, spiritüel bilgilerin aktarmış
olduğu
"META BİLGİYE"
danışmayı gerektiriyor. Fizik ötesi meta bilgilere göre;
"Atom
altı parçacıklar da aslında bütüne hizmet etmektedir. Bir tek
atom bile parçacıkların organizasyonuyla oluşmuş şuurlu bir
sistemdir.Ve bu şuurlu sisteme insan da, şuur enerjisiyle
katılımcı olmaktadır. Yani maddeyi şuurdan ve insandan yalıtık
göremeyiz."
Newton fiziğinde,
'insan doğal olayları sadece gözlemleyebilir'
anlayışı vardı
ve bu inanç atom fiziğindeki keşiflere kadar sürdü. Ancak atom
fizikçileri atom altı dünyanın sırlarını anlamaya çalışırken
son derece şaşırtıcı bir gerçekle karşılaştılar. Atom altı
parçacıklar deneyi yapan bilim adamının şuuruna tabi oluyordu
ve o kişi onları nasıl görmek isterse öyle davranıyorlardı.
Bilim adamı parçacık olarak görmek isterse parçacık tezahür
ediyordu, dalgasal görmeyi isterse dalgasal özelliklerini
tespit ediyordu. Üstelik aynı deney, aynı şartlarda ve aynı
optik cihazlarla yapıldığı halde deneyi yapan bilim adamı
değiştikçe sonuçlarda farklı oluyordu. Bu örneğe günlük
yaşamda da rastlamak mümkün. Aynı kişilerle aynı ortamda
birbirine benzer olaylar dizisi yaşamak her zaman mümkündür.
Ama bu olaya katılan kişilerin bilgiyi algılama, uygulama
kapasiteleri her an değişmekte olduğundan aynı olayı iki kere
benzer şekilde yaşamak mümkün değildir. Heraklaitos bu konuda
"Aynı ırmakta iki kere yıkanamayız"
demiştir.
Hiçbir şey bilinir ve önceden saptanır değildir. Katılımcılar
ve gözlemcilerle her olgu sürekli bir değişime ve
yenilenmeye tabidir. Atom altında kesinlikle olması gereken
fenomenlerin, önceden bilinir tezahürler yoktur; çünkü atom
fiziği, insan ile madde arasındaki ilişkinin önemini ortaya
çıkarmıştır. Bu ilişkide en önemli aktörlerden biri de
gözlemcinin kendisi yani deneyi yapan kişinin beklentisi,
düşünce gücü ve şuurdur. Aynı şartlarda hazırlanan deneyin
sonuçları, gözlemciden gözlemciye farklılık gösterir, çünkü
farklı beklentiler farklı tezahür süreçlerini doğurmaktadır.
Bu durumu,
"Belirsizlik ilkesini" öne süren fizikçi Werner
Heisenberg şöyle açıklar:
"
Gözlemci, gözlediğini sırf gözleme eylemiyle başkalaştırır. Bu
ise şuurun fiziki evrende rol oynadığının kabulüdür. Yeni
fiziğin ortaya koyduğu en şaşırtıcı gerçek budur.Yeni fiziğe
göre, bir fizikçinin aynı yöntem ve araçları kullansa bile
diğer fizikçilerin deney ve gözlemlerinin aynısını elde etme
zorunluluğu yoktur. Çünkü deney gözlemcinin şuuruna tabidir.
Bu nedenle
'gözlemci'
değil
'katılımcı'
vardır denmektedir. Atom altı fenomenler parçacık ve dalga
özelliğinden dolayı önceden kesinlikle tahmin edilememekte
birde katılımcı faktörü eklenince ancak belli olasılıklardan
söz edilebilmektedir. Yani Alice Harikalar Diyarını ya da Bin
bir Gece Masallarını andıran bu sihirli dünyada önceden
bilirlik olamaz. Katılımcı etkin bir güçtür ve insanın
katılımcılığım ne yönde kullanacağı bir anlamda hem bireysel
hem gezegensel geleceğimizi oluşturur. " |