Hermetik Mabetlerde İnisiyasyon
Menfis Mabetlerinde Hermetik inisiyasyona aday olmak
isteyenler önce bir iç avlunun dev sütunlu giriş bölümüne
götürülmekteydi. Bu sütunlar kudretleriyle ve saflıklarıyla
güneşin Kutsal Emanet Sandığı’nı (yani, Osiris Mabedini ayakta
tutan dev lotüsleri) andırmaktaydı. Yanına başrahip
yaklaşmaktaydı. Onun yüz hatlarındaki haşmet ve sükunet,
gizemli bir görünüm arz eden, ama deruni bir ışıkla ışıldayan
o gözler, hevesli yabancıyı kaygılandırmaya yetmekteydi. O
bakışlar, yabancının kalbine birer matkap gibi işlemekteydi.
Daha bu ilk karşılaşmada, yabancı; kendisinden hiçbir şey
saklanamayacak bir kimseyle karşı karşıya bulunduğunu derhal
anlamaktaydı.
Osiris rahibi ona; doğum yeri, ailesi ve eğitim gördüğü mabet
konusunda çeşitli sorular yöneltmekteydi. Bu kısa sınav
sonunda sırlar öğretisine katılmaya layık olmadığı sonucuna
varmışsa ona, sessiz fakat kararlı bir jest ile kapıyı
göstermekteydi ama hevesli yabancıda samimi bir hakikat
arzusunun bulunduğunu saptamışsa; o zaman ona, kendisini
izlemesini söylemekteydi. Her ikisi birlikte sütunlu giriş
bölümlerinden ve iç avlulardan geçip, her iki yanı kayalık
olan, dikili taşlar ve sfenkslerle donatılmış bulunan üstü
açık bir yolu izleyerek küçük bir mabede varmaktaydılar.
Bu mabet,
yer altı mahzenlerine giriş kapısı olma hüviyetine sahip, ana
kapısı normal boyda bir İsis heykeliyle maskelenmiş durumda
bir yapıydı. Tanrıça İsis, kucağında kapalı bir kitap olduğu
halde, yere oturmuş meditasyon ve murakabe yapar vaziyetteydi.
İsis’in yüzü peçeliydi ve heykelin alt bölümünde şu satırlar
dikkati çekmekteydi:
“Benim peçemi hiçbir ölümlü kaldıramamıştır.”
“İşte okült sunağın antresi burasıdır.” demekteydi baş rahip
ve devamla, “Şu iki sütuna bak;
kırmızısı varlığın, Osiris’in ışınına doğru
tırmanışını, siyahı da mabedin içine hapsoluşunu temsil
etmektedir. Bu düşüş, mahvoluşa kadar varabilir. Bizim
bilimimize ve doktrinimize ulaşmayı başarmış kişi yaşamını bu
şekilde ortaya koymuş olur. Zaaf sahibinin ya da kötü kimsenin
elde edeceği şey çıldırma ya da ölümdür. Güçlüleri ve iyileri
bekleyen nimet ise yaşam ve ölümsüzlüktür. Bu kapıdan nice
ihtiyatsız kişi içeriye girmiştir ama dışarıya canlı
çıkamamıştır. Orası, gözü pekleri ortaya çıkaran bir
uçurumdur. Öyleyse iyice düşün taşın ve karşılaşacağın
tehlikeleri gözünün önüne getir; cesaret edemiyorsan,
denemekten vazgeç. Çünkü bu kapı senin üzerine bir kez
kapanınca, bir daha açılmaz, geri dönüş yoktur.”
Eğer aday ısrarla “Evet.” demişse; o taktirde, baş
rahip onu dış avluya götürüp, oradaki hizmetkarlara teslim
etmekteydi. Yabancı kişi orada bir hafta boyunca en basit ve
en gösterişsiz işlerde ilahi dinleyerek ve arınma pratikleri
uygulayarak çalışmak zorundaydı. Ayrıca, mutlak bir sessizlik
içinde bulunmaya da mecburdu.
İnisiyasyon başlıyor
Sınav akşamı gelip çatınca,
iki şakirt (çömez) gelip, adayı okült sunağın kapısına
götürmekteydi. Birlikte girdikleri bu yer, hiçbir çıkış deliği
olmayan karanlık bir holdü. Bu holün her iki yanında,
meşalenin ışığı yardımıyla görülebilen ve oralardan geçene,
sanki alaylı alaylı bakan insan vücutlu; aslan, boğa, yırtıcı
kuş ve yılan başlı heykeller birer sıra halinde dizilmişlerdi.
Bir tek söz söylenmeden kat edilen bu yolun sonunda, yüzleri
birbirine dönük bir halde ayakta duran bir mumya ile bir
iskelet yer almaktaydı. Şakirtler adaya, dilsizlere özgü bir
el hareketiyle; karşısındaki duvarda bulunan bir deliği
göstermekteydiler. Burası, içinde ancak sürünülerek
yürünebilecek kadar alçak bir geçitti.
O gizemli deliğin ağzında şakirtlerden biri, “Hala geri
dönebilirsin...” demeye çalışıyordu el kol hareketleriyle
ve devamla; “Sunağın kapısı henüz kapanmış değil, ama daha
hala arzuluysan, bu delikten geçip geri dönmemecesine yola
devam etmek durumundasın.” Aday da tüm cesaretini
toplayarak, “Devam ediyorum.” demekteydi. Bunun üzerine
refakatçı şakirtler adaya, titrek bir alevle yanmaya çalışan
bir lamba verip, geldikleri yoldan geri dönmekte ve sunağın
kapısını büyük bir gürültüyle kapayarak, günlük yaşamlarına
dalmaktaydılar.
Artık tereddüte yer yoktu; geriye, delikten geçip, zifir
karanlık aralığa dalmak kalıyordu. Aday, elindeki lambanın
cılız ışığında zorlukla süründüğü sırada, mahzenin
derinliklerinden gelen bir ses şu sözleri söylemekteydi: “Bilime
ve kudrete göz diken akılsızlar burada telef olup giderler.”
Harika bir akustik sayesinde bu söz aralıklı yankılar halinde
7 kez yinelenmekteydi. Bu tehdite rağmen ilerlemek
gerekiyordu. Gerçi aralık genişlemekteydi, ama bu kez de
gitgide dikleşerek inen bir yokuş halini almaktaydı. Gözü pek
yolcu; sonunda kendini, dibinde bir delik bulunan huni şekilli
bir çukurun karşısında bulmaktaydı. Aşağılara doğru
sarkıtılmış demir bir merdivenden inen aday, son basamağa
varınca bu kez de korkunç bir kuyuyla karşı karşıya
kalmaktaydı.
Titreyen eliyle sımsıkı tutmaya
çalıştığı neft lambasının ölgün ışığı o karanlığın içinde
elbette ki yetersiz kalmaktaydı. Ne yapmalıydı? Yukarıya
tekrar tırmanıp, geldiği yoldan yürüyerek kurtulması da olası
değildi. Altında ise, onu korkunç karanlıklar beklemekteydi.
Bu zor durumda gözüne, sol tarafındaki bir yarık
takılmaktaydı. Bir eliyle demir merdivene, öteki eliyle de
lambaya yapışmış bir halde çevresine bakınırken, bu yarıktaki
basamakları fark etmekteydi. Bir merdiven! Kurtuluş yolu!
Kendini derhal o yöne atıp, basamakları çıkmaya başlamakta ve
böylece uçurumdan kurtulmuş olmaktaydı. Merdiven, yukarılara
doğru, kayayı delip geçen bir vida gibi spiral bir gidişle
tırmanmaktaydı. Hakikat yolcusu adayı; en sonunda kendini, dev
heykel sütunlarla desteklenmiş geniş bir dehlize bakan bronz
bir parmaklığın önünde bulmaktaydı. Duvarlarda, aralıklı
olarak iki sıra halinde dizilmiş simgesel freskler dikkati
çekmekteydi. Bu dehlizin her iki kenarında, güzel heykel
sütunların ellerinde bulunan lambalar yardımıyla aydınlatılmış
olan on birer adet fresk vardı.
Parmaklığa, adaya Pastofor (kutsal simge muhafızı) diye
adlandırılan bir rahip çıkmakta ve onu şefkat dolu bir
tebessümle karşılamaktaydı. Birinci sınavı başarıyla bitirdiği
için kutlayıp, ona galerideki kutsal resimlerin anlamlarını
anlatmaktaydı. Bu resimleri hepsinin altında bir harf ve bir
sayı bulunuyordu. Mevcut 22 simge, 22 temel sırrı temsil
etmekte ve okült bilimin alfabesini oluşturmaktaydı; yani,
irade gücüyle uygulandıklarında, her türlü bilgeliğe ve her
türlü kudrete hayat veren mutlak ilkeleri, evrensel
anahtarları oluşturmaktaydı. Bu ilkeler; hafızaya, kutsal
dildeki harflerin ve bu harflere bağlı bulunan sayıların
karşılıkları olarak nakşedilmekteydi. Bu dilde her harf ve her
sayı; ilahi alemde, entelektüel alemde ve fizik alemde
yankıları olan 3 ögeli bir yasayı ifade etmekteydi. Lirin bir
teline dokunan parmak, gamdaki bir notayı nasıl çınlatıyor ve
ayrıca da öteki notalarda nasıl titreşimlere yol açıyor
idiyse; aynı şekilde, bir sayının içerdiği tüm gizil güçleri
hayranlıkla izleyen zihin ile bir harfi kendi düzeyinin
şuuruyla telaffuz eden ses de, birlikte, her üç alemde de
yankılanan bir güce hayat vermekteydi.
Buna göre, 1 sayısına
karşılık gelen “A” harfi, ilahi alemde; kendisinden tüm
varlıkların sadır olduğu Mutlak Varlık’ı, entelektüel alemde
sayıların birliğini, kaynağını ve sentezini, fizik alemde ise
güç ve yeteneklerin gelişip büyümesi sayesinde sonsuzluğun eş
merkezli kürelerine kadar yükselen rölatif varlıkların
zirvesini, yani insanı ifade etmekteydi. 1 no’lu sır,
Mısırlılar’da, elinde asa ve başında altın taç taşıyan beyaz
giysili bir maj ile temsil edilmekteydi. Beyaz giysi arılığı,
asa buyruğu, taç da evrensel ışığı ifade etmekteydi.
(Bknz.
Astroset-Semboller- A Harfi)
Rahip adayı, duyduğu bu gizemli ve yeni şeyleri henüz
anlayacak durumda değildi. Tanrılara özgü o sakin ve ciddi
tavırla kendisini süzen o güzel resimlerin karşısında Pastofor’un söylediği sözlerin etkisiyle gözlerinin önüne,
bilmediği perspektifler açılmaktaydı. Bu resimlerin her
birinin gerisinde yer alıp da birden zuhur edivermiş olan
düşünce ve imaj dizisini parıltılar halinde fark etmeye
başlamaktaydı. Gizemli nedenler zinciri yardımıyla dünyanın
içini tasarlamak ilk kez aklına gelmekteydi. Böylece harften
harfe, sayıdan sayıya sıçraya sıçraya öğretmen öğrencisine
sırların anlamını anlatmakta ve onu İsis Urani aracılığıyla
Osiris’in arabasına, yıldırım isabet etmiş kule aracılığıyla
da alev alev yanan parlak yıldıza ve en sonunda da majların
tacına ulaştırmaktaydı. “Şunu bil ki” demekteydi
Pastofor, “bu taç, hakikati
tezahür ettirmek ve adaleti uygulamak üzere Tanrı’yla birleşen
İlahi Kudret’in varlıklar ile eşya üzerindeki etkisine bu
hayattan itibaren katılan her iradeyi temsil eder. Bu hali de,
özgürlüğe varmış ruhların ebedi ölümüdür”.
Mürşidin
sözlerini dinlerken, adayın içini hayret, korku ve hayranlık
kaplamaktaydı. Sunağın sunduğu ilk parıltılar bunlardı. Hayal
meyal görür gibi olduğu hakikat; ona, ilahi bir anın şafağı
gibi görünmeye başlamaktaydı.
Konuşmasını bitirdikten
sonra, Pastofor, ucunda harlı bir ateşin çıtır çıtır yandığı
dar ve uzun bir kubbenin altına açılan bir kapıyı açmaktaydı.
Bunun üzerine aday ürpererek, “Ama bu ölüm ..” diye
mırıldanmaktan kendini alamadı ve rehberine korkulu bir
ifadeyle bakmaktaydı. Pastafor da yanıt olarak, “Oğlum,
ölüm ancak gelişmemiş varlıkları dehşete düşürür. Bir zamanlar
ben de bu ateşin üzerinden geçtim, hem de gül bahçesinden
geçer gibi...” Bu
sözün hemen ardından, adayın üzerine sırlar galerisinin
bu parmaklığı da kapanıvermekteydi.
Aday, ürke ürke yanına kadar geldiği ateşin gerçek ateş değil;
tel kafesler üzerine beşli kümeler halinde dizili ve birbirine
geçmeli odunlardan oluşma optik bir illüzyondan ibaret bir şey
olduğunu farketmekte gecikmedi. Bu yığının ortasında
bırakılmış olan dar patikayı izleyip öte tarafa kolayca
geçmekteydi. Adayın atlattığı bu ateş sınavından sonra, bu kez
sıradaki sınav su sınavıydı. Aday bu kez, gerisindeki ateş
odasında yanmakta olan yapay ateşin aydınlığında siyah renkli
durgun bir sudan geçmeye mecbur edilmekteydi. Bu sınavı da
atlatmış olan ama hala daha ürpertiler içinde bulunan adayı
iki asistan alıp; içinde, kubbenin tavanına asılı bir lambanın
solgun ışığıyla esrarlı bir şekilde aydınlatılmış olan yumuşak
bir yatağın yer aldığı loş bir mağaraya götürmekteydi.
Yardımcılar orada onu kurulamakta, vücuduna güzel kokular
sürmekte, ona ince keten elbise giydirmekte ve sonra da
“Burada dinlen ve baş rahibi bekle.” diyerek çekip
gitmekteydiler.
Yorgunluktan perişan halde bulunan aday, kendini yatağın
üzerine bırakıvermekteydi. Heyecanla dolu dakikalardan sonra,
bu sükunet onu elbette ki mest etmekteydi. Dehlizde gördüğü
kutsal resimler, o acayip figürler, sfenksler, heykel
sütunlar bir bir gözlerinin önünden geçmekteydi. Ama bu
resimlerden biri ona niçin bir halüsinasyon gibi görünüp
durmaktaydı? İki sütun arasında ekseninden asılı vaziyetteki
bir tekerlekle temsil edilen o ‘X’ sırrı inatla gözünün önünde
niçin canlanıp duruyordu acaba? Bir yanında, bir delikanlı
kadar yakışıklı olan iyilik meleği
Hermanubis; öteki yanında
da, kendini baş aşağı vaziyette uçuruma bırakılan kötülük
meleği olan Tifon (tufan-tayfun). Ayrıca, bunların her
ikisinin de arasında ve tekerleğin tepesinde oturan kılıçlı
bir sfenks.
Bu
arada, mağaranın diplerinden geliyormuş izlenimini veren
insanı tahrik edici bir müzik sesi ise adayın zihninde oluşan
bu imajları bir anda silip atmaktaydı. Bu sesler, yürek
karartıcı ve dokunaklı bir bitkinliği tasvir eden hafif ve
betimlenmesi olanaksız seslerdi. Harp titreşimlerinin, fülüt
seslerinin, soluk soluğa kalmış birinin nefeslerini andırır
seslerin de karıştığı madeni bir çınlama sesi kulaklarını
tırmalamaktaydı. Ateşten bir hayalin içine gömülmüş olan aday,
gözlerini kapamakta ve tekrar açtığında ise yatağının biraz
ötesinde, insanı bir bakışta allak bullak edecek ve baştan
çıkaracak kadar güzel bir görüntü belirmekteydi. Bu, erguvan
renginde bir tüle bürünmüş, boynunda muskası olan ve Militta
rahibelerine benzeyen Sudanlı bir kadındı; sol elinde güllerle
taçlandırılmış bir kupa tutmakta ve adaya özlemle bakmaktaydı.
Bu kadın, dişi bir hayvanın tüm güçlerine taş çıkaracak bir
cinselliğe sahip bir Sudanlı esmerdi. Çıkık elmacık kemikleri,
geniş burun delikleri, kırmızı ve nefis bir meyve misali etli
dolgun dudakları ve alaca karanlıkta parlamakta olan gözleri
ile adayı fazlasıyla cezbetmişti.
Aday, ilk cazibe şokunu
atlattıktan sonra, şaşkınlık içinde birden ayağa fırlamakta ve
ne yapacağını bilemeden ellerini göğsüne bastırıp, öylece
kalakalmaktaydı. Ama köle kadın ağır adımlarla ayaklaşmakta ve
gözlerini yere indirerek hafif ama hala cezbedici ve tahrik
edici bir sesle şunları söylemekteydi: “Yakışıklı yabancı,
benden korkuyor musun? Sana galiplerin ödülünü, mutluluk
kupasını getirdim; al iç, yorgunluğunu giderir.” Aday,
tereddüt içinde yalpalayıp dururken; kadın, sanki yorulmuş
gibi, yatağın kenarına oturmakta ve hala yalvaran aldatıcı
gözlerle adaya bakmaktaydı. O etli dudakların üzerine
eğilenin, o bronzlaşmış omuzlardan çevreye yayılan mis gibi
kokulara kendisini kaptıranın vay haline vay haline... Elini
kadının eline sürdüğü ve dudaklarını o kupada ıslattığı anda,
iş çığırından çıkıvermekte ve aday kendini sarmaş dolaş halde
yatakta bulmaktaydı. Ama olan olduktan ve vahşi arzusunu
doyurduktan sonra, daha önce içtiği sıvı, adayı derin bir
uykuya sevk etmekteydi. Uyanınca ise, kendisini yapayalnız ve
kaygılar içinde bulmaktaydı.
Karmakarışık yatağı aydınlatan kasvetli lamba ışığının
altında ayakta duran bir adam takılmaktaydı gözüne. Bu adam
baş rahipti ve kendisine, bilge kişilere özgü bir tonlamayla
şöyle hitap etmekteydi:
”İlk
sınavları başarıyla atlattın. Ölüme, ateşe ve suya galip
geldin ama kendine galip gelmeyi başaramadın. Marifet ehli
olmak için can atan sen, duyulara ilişkin ilk sınavda bile
başarısızlığa uğradın ve madde uçurumuna yuvarlandın.
Duyularının esiri olan kişi karanlıklarda yaşar. Sen
karanlıkları ışığa yeğledin; öyleyse karanlıklarda kal da gör
halini. Karşı karşıya bulunduğun tehlikelerden daha önce sana
söz etmiş ve seni uyarmıştım. Sen yaşamını kurtardın ama
özgürlüğünü yitirdin; mabedin tutsağı olarak ölünceye kadar
burada kalacaksın...”
Eğer aday, aksine hareket ederek, köle kadının uzattığı kupayı
elinin tersiyle iterek, kadını defetseydi, o taktirde;
ellerinde meşalelerle on iki asistan gelip onu alacaklar ve de
yarım daire oluşturacak şekilde dizilmiş ve beyaz giysiler
giyinmiş olan majların hazır bekledikleri İsis Sunağı’na
görkemli bir şekilde adayı alıp götüreceklerdi. Şahane bir
şekilde aydınlatılmış olan mabedin dibinde, göğsünde altın bir
gül ile, başında yedi ışınlı bir taç bulunan dev bir heykel
yer almaktaydı. Bu, kucağında oğlu Horus’la birlikte İsis
heykeliydi. İsis Tanrıça’nın önünde duran erguvan renk giysili
baş rahip, orada inisiye adayını karşılamakta ve ona sır
saklayacağına ve iteatkar davranacağına dair yemin
ettirmekteydi. Yemin sırasında rahip adayı; bu arada, en
korkunç beddualarla tehdit edilmekteydi. Böylece onu, meclis
adına, kardeş ve müstakbel inisiye olarak selamlamaktaydı.
Aday, bu yüce mürşitlerin önünde bulunduğu sırada, kendini
tanrıların huzurundaymış gibi hissetmekteydi. Böylece
kendisini kanıtlamış olan aday, hakikat ehlinin arasına
katılmak üzere ilk adımını atmış olmaktaydı.
Böylece aday, bu kadar
çetin sınavdan sonra bile inisiyasyonun ancak eşiğine
basabilmiş olmaktaydı. Bu ilk basamak, yıllarca sürecek
çıraklık ve eğitim döneminin ilk basamağıydı. Bu uzun ve
meşakkatli çıraklık dönemi sırasında amaç,
“hedefi bilmek”
değil,
“hedefin kendisi olmak”tı.
Başka bir deyişle, suni ihtiyaçları
“terk yoluyla güç kazanmak ve
sadeleşmek”ti.
Kadim bilgeler, insanın; hakikatte,
ancak ve ancak hakikati öz varlığının bir parçası haline
getirdiği, yani onu “ruhunun kendiliğinden eylemi” haline
getirdiği taktirde erişebileceğine inanmaktaydılar. Ama bu
derinlemesine özümleme işleminin öğrenci tarafından yapılması
gerekiyordu.
Mürşitler ona yardım
etmemekteydiler; bu yüzden de o, öğretmenlerinin bu
soğukluğuna ve bu kaygısızlığına şaşıp kalmaktaydı. Sürekli
olarak gözetim altında tutulmakta; sert kurallara uymaya
zorlanmakta ve ondan mutlak bir itaat istenmekteydi. Ama buna
rağmen, ona ancak pek sınırlı bazı açıklamalarda
bulunulmaktaydı. Endişelerinin ve sorularının yanıtı hep şu
cümlede olmaktaydı: “Bekle
ve çalış...” Bu yanıtı her
alışında, içinde; aniden baş kaldırma arzusu, üzüntü ve kuşku
uyanıvermekteydi. Cüretkar üçkağıtçıların ya da
kara maji ehlinin kulu kölesi mi olmuştu acaba? İradesine
hükmederek onu rezilce işlerde mi kullanacaklardı? Hakikat
silinip gitmiş, tanrılar onu sanki terk etmişti, tek başınaydı
ve mabedin mahkumuydu artık. Hakikat ona bir sfenks figürü
halinde görünmüştü. Şimdi ise sfenks ona şunu söyler olmuştu:
“Ben kuşkuluyum.”
Şimdi bu kadın başlı, aslan pençeli
ve kartal kanatlı hayvan onu alıp, çöllerde mahvetmeye
çabalıyordu sanki... Bereket versin ki, bu kabusları yatışma
ve ilahi İçe doğuş saatleri izlemekteydi. Mabede girebilmek
için maruz bırakıldığı çetin sınavların simgesel anlamlarını
işete bu anlarda anlayıp kavramaktaydı.
Ama ne yazık ki, içine düşmekten kıl payı kurtulduğu
kapkaranlık uçurum bile şu, ne olduğu bir türlü anlaşılamaz
nitelikli hakikat uçurumunun yanında daha aydınlık
kalmaktaydı. İçinden geçtiği o ateş bile, ona; içini yakıp
kavuran şu ihtiraslardan daha az korkunç görünmekte ve içine
atlamak zorunda kaldığı o soğuk ve karanlık su bile ona,
içini doldurup, kendisini sıkboğaz eden şu kuşkudan daha az
soğuk gelmekteydi. Sınav gecesi yer altı mahzeninde kendisine
anlamı açıklanmış olan ve yirmi iki sırrı betimleyen o aynı
kutsal resimler bu kez, mabedin bir salonunda iki sıra
halinde yeniden karşısına çıkmaktaydı.
Okült bilimin eşiğindeyken,
ancak hayal meyal sezinlenebilen bu sırlar aslında
teolojinin ana sütunlarını oluşturmaktaydı. Onları anlayıp
kavrayabilmek için inisiyasyonun tamamını kat etmek
gerekiyordu. O günden beri mürşitlerin hiç biri ona tek bir
kelime bile söylememişti. Sadece bu salonda gezinip, bu
resimler üzerinde derin derin düşünmesine izin verilmişti.
Orada saatlerce tek başına kalmaktaydı. Bunu yaparken, önce iç
varlığının derinliklerine inmekte, ardından da dünya bağlarını
koparıp, eşyanın yukarılarında süzülerek uçmaya başlamaktaydı.
Arada sırada majlardan birine şu soruyu yöneltmekteydi:
“İsis’in gülünü koklamama ve Osiris’in ışığını izlememe bir
gün izin verilecek mi?” Aldığı yanıt da şöyle olmaktaydı:
“ Bu bize bağlı bir şey değil.
Hakikat kendini teslim etmez. İnsan onu ya kendinde bulur ya
da hiç bulamaz. Biz seni adept
(el almış,
uygulamaya izinli ve sırları bilen kişi)
yapamayız; onu kendi kendine elde etmek zorundasın. Lotüs
suyun dibinde yetişir ama suyun yüzeyine ulaşması çok uzun bir
zamanı gerektirir. İlahi çiçeği açtıracağım diye acele etme.
Olacağı varsa, bir gün elbet olacaktır. Çalış ve dua et.”
Bu
yanıt üzerine çırak, buruk bir sevinç içinde tekrar derslerine
ve meditasyonlarına dönmekteydi. Varlıkların varlığına ait bir nefesi andıran bu sessizliğin yüce ve hoş cazibesinin tadını çıkarırken, aylar ayları ve yıllar yılları
kovalamaktaydı. Mürit, kendinde gerçek bir başkalaşımın
cereyan edişine tanık olmaktaydı. Bir zamanlar gençliğinin
başına üşüşmüş olan ihtiraslar ondan gölgeler gibi uzaklaşmaya başlamakta; onu şimdi sarıp sarmalamış bulunan
düşünceler ise ona ölümsüz dostlar gibi tebessüm
etmekteydiler. Zaman zaman dünyasal benliğin batmakta, onun
yerini almak üzere gelişen daha arı ve daha eterik bir
benliğin ise doğmakta olduğunu hissetmekteydi. Bu duygunun
etkisiyle; içinden, gidip kapalı sunağın basmaklarında el
pençe divan durmak ve hatta secdeye varmak geliyordu. Onda
artık baş kaldırma arzusu da, herhangi bir heves ya da özlem
de kalmamakataydı. Ruhunu tam anlamıyla Tanrı’ya havale
edişten, hakikat yoluna feda edişten başka her şey silinip
gitmekteydi.
Dua ederken, şunları söyler
hale gelmekteydi: “Ey İsis, mademki ruhum senin göz
yaşlarından bir damladır, öyleyse öteki ruhların üzerine
varsın çiy halinde damlasın ve öldüğüm sırada onların hoş
kokusunun sana doğru yükseldiğini duyayım. İşte kendimi Tanrı
yolunda fedaya hazırım.”
Çırak inisiye sessizlik içinde ettiği duasının ardından, yarı
vecd hali içine düşmüş olan mürid, yerden bitmiş bir vizyon
misali, yanında beliriveren baş rahip ile göz göze
gelmekteydi. Sanki mürşid, müridinin tüm düşüncelerini okuyor
ve onun iç hayatında cereyan eden dramı biliyor gibiydi...
“Oğlum,”
diyordu mürşid tok bir ses tonuyla,
“hakikatin ifşa edileceği zaman
yakındır. Sen onu, kendi benliğinin derinliklerine indiğin ve
orada ilahi hayatı tanıdığın zaman, zaten hissetmiştin.
İnisiyelere ait yüce meclise artık katılabileceksin. Kalbinin
temizliği, hakikate karşı olan aşkın ve terk yolundaki başarın
sayesinde bunu hak etmiş durumdasın. Ama ölmeden ve ardından
da tekrar doğmadan, Osiris’in eşiğinden içeri kimse
gidememiştir. Mahzende sana refakat edeceğiz. Sakın korkma;
çünkü sen artık bizim kardeşimizsin.”
Alaca karanlıkta, Osiris’in rahipleri, ellerinde meşaleler
olduğu halde, yeni adepti(çırak inisiyeyi) sfenkslerin üzerine
oturtulmuş vaziyetteki dört direk ile desteklenmiş olan alçak
tavanlı bir mahzene götürmekteydiler. Bir köşede, mermerden
yapılma üstü açık ve oymalı bir mezar bulunmaktaydı.
“Hiç
kimse,” diyordu baş rahip; “ölümden kaçamaz. Her canlı
ölmekle ve sonra tekrar doğmakla yükümlüdür. Bu yaşamından
itibaren Osiris’in ışığına katılabilmesi için çırak inisiyenin
canlı canlı mezara girmesi germektedir. Haydi bakalım, gir şu
mezara ve ışığı bekle. Bu gece büyük korkunun kapısından
geçecek ve Sahib-i Tasarruflar’ın eşiğine ulaşacaksın...”
Çırak inisiye mezara uzanmakta ve baş rahip delini onun
üzerinde gezdirip onu kutsamaktadır. İnisiyelerden oluşma
kortej sonra sessizce oradan ayrılmaktaydı. Yere konmuş cılız
ışıklı lamba, mahzendeki o bodur sütunlara desteklik eden
sfenksleri hala daha aydınlatmaktaydı. Bu sırada, derinlerden
gelen koro halindeki bir şarkı işitilmekteydi ama nereden
gelmekteydi bu ses? Cenaze töreninde söylenen şarkı mıydı bu
acaba? Derken, şarkı sona ermekte ve lamba son bir kez daha
göz kırptıktan sonra sönmekteydi.
Böylece inisiye adayı çırak, karanlıktan da daha karanlık o
mezarın içinde kala kalmaktaydı. Mezarın soğukluğu olduğu gibi
üzerine çullanmakta ve tüm uzuvlarını dondurmaktaydı. Ölümün
ıstıraplı evrelerinin tadını bir tatmakta ve sonunda baygın
uykuya (letarjiye) dalıvermekten kendini alamamaktaydı. Tüm
yaşamına ait sahneler, hayali şeyler olarak gözünün önünden
geçmekte, dünyasal şuuru da gitgide silikleşmekte ve
dağınıklaşmaktaydı. Bedenin eriyip dağıldığını hissettikçe,
varlığının esiri bölümü de serbestleşmekte ve bir vecd hali
kendiliğinden oluşuvermekteydi. Karanlıkların siyah fonu
üzerinde uzaklarda parıldayan bir nokta neyin nesiydi acaba?
Yaklaştıkça büyüyen bu nokta sonunda, her biri gök
kuşağındaki tüm renklere sahip bulunan ve çevresine manyetik
ışık saçan “beş ışınlı bir yıldız” görünümü kazanmaktaydı.
Daha da sonra ise, çırak inisiyeyi akkor halindeki merkezin
beyazlığına doğru cezbeden bir güneş haline dönüşmekteydi. Bu
vizyonu, mürşitlerin sihir güçleri mi oluşturmaktaydı acaba?
Yoksa görünmez alem, görünür hale mi gelmekteydi? Ya da bu,
göksel hakikatin, ümit ve ölümsüzlük kaynağı olan alevler
içindeki o yıldızın ön belirtisi miydi? Bu vizyon az sonra
kaybolmakta ve aynı yerde bu kez bir çiçek tomurcuğu
belirmekteydi.
Karanlıkta açan bu çiçek
aslında elbette ki maddesel olmayan bir çiçekti. Çünkü çırak
inisiyenin önünde o, beyaz bir gül halini alırken, canlı taç
yapraklarını birleştirmekte ve alev alev yanan göbeğini
kızıllaştırmaktaydı. Bu, İsis’in çiçeği miydi yoksa? Yani
kalbinde taşıdığı aşkı içeren mistik bilgelik gülü müydü? Çok
geçmeden o da, sanki bir koku bulutu halinde buharlaşıp
gitmekteydi. İşte o anda çırak inisiye kendini sıcak ve
okşayıcı nefesin içine gömülmüş halde hissetmekteydi. Şekilden
şekle büründükten sonra, bu bulut yoğunlaşmakta ve bir insan
yüzü görünümüne bürünmekteydi. Bu yüz bir kadın yüzüydü; yani,
okült sunağa ait İsis’in yüzü... Ama normalde olduğundan daha
da genç ve daha da mütebessim ve daha da ışıklıydı. Zarif ve
narin bedenini, spiral bir anlamda şeffaf bir tül sarmaktaydı
ve bu tülün içinde o zarif beden pırıl pırıl parıldamaktaydı.
Elinde bir papirüs rulosu tutmaktaydı. Yavaşça yaklaşmakta,
mezarda yatmakta olan inisiyenin üzerine hafifçe eğilip ona
şunları fısıldamaktaydı:
“Ben senin görünmeyen bacınım,
senin ilahi ruhunum; al işte, bu da senin kendi yaşamının
kitabı. Kitaptaki dolu sayfalar geçmiş yaşamlarını
içermektedir. Boş sayfalar da, gelecekteki yaşamların
içindir. Bir gün bu sayfaların tümünü gözlerinin önüne
sereceğim. Şimdi artık beni tanıyorsun; ne zaman çağırırsan,
yanına gelebilirim.” İsis konuşurken, gözlerinden sanki
şefkat ışınları fışkırıyordu. O öyle meleksi bir dubleydi ki
ve öyle ilahi bir ahitti ki, ipince öteki alemde öyle harika
bir füzyondu ki...
Ama birden her şey silinivermekteydi. Feci bir ıstırabın
ardından, çırak inisiye, kendini; sanki kendisini, bir
kadavraya girmişçesine bedeninde buluvermekteydi. Sanki, eli
kolu demir halkalara bağlıydı; sanki, beyninin üzerinde
kocaman bir ağırlık bulunmaktaydı. Uyandığında çevresinde;
majlarla birlikte baş rahibin de ayakta durduğunu görmekteydi.
Kendisine sunulan teskin edici içkiyi yudumladıktan sonra
yavaş yavaş ayağa kalkmaktaydı. Bu sırada kahinin şu sözleri
işitilmekteydi: “İşte tekrar yaşama döndün. Şimdi gel,
inisiyeler şölenine katıl da bize Osiris’in ışığında yaptığın
yolculuğu anlat. Artık sen de bizlerden birisin.”
Günümüzde bu tip mabet
inisiyasyonları çağın gereği olarak kalmadı ama inisiyasyon
her zaman devam ediyor. Gerçeği arayan, kendiyle ve özüyle
karşılaşmak, bilgi yolunda yürümek isteyen her yolcu doğal bir
inisiye adayıdır. Mağaralar, mabetler, piramitlerde yaşanan
inisiyatik öğretiler ve o eski mürşitler yok ama her insanın
kendi kendinin mürşidi olma zamanı geldiği için bilgi de,
dejeneratif alanlar da her yerde var, tercih bizlere kalıyor.
Günün şartları gereği, egomuzu ve nefsimizi terbiye etme
konusunda bizi inisiye edecek çok daha fazla maddi cazibe ve
dejenerasyon oyunları var. Lüks tüketim, marka merakı, şehvet
düşkünlüğü, uyuşturucular, ben merkezli ve egoya aşırı yükleme
getiren her türlü halet ve olayla, sürekli sınanma ve
inisiyasyon içindeyiz zaten ama farkında değiliz.
Yüksek Farkındalık elde etmek ve neyi niçin yaşadığımızı
bilmek için; simyanın da özü olarak ifade edilen kendini
tanıma ve maddeye egemen olma, dönüştürmeyi gerçekleştirme ve
gerçek kimliğimizi yaşama fırsatımız ise her zaman var, yeter
ki isteyelim. ‘Zamanım yok, onlar eskidendi, iş-güç çok
yoğun, çoluk çocuk var’ gibi kaçış cümlelerine yer verilmediği
zaman kendini eğitmek, değiştirmek ve saf altın gibi olmak
isteyen insan, belli bir yola girdiği zaman şartların da
kendiliğinden nasıl da değiştiğine tanık olacaktır. Bu
tanıklığı bizzat yaşayan ve kendi bireysel gelişimini başarı
ile sürdürmekte olan o kadar çok kişi var ki…
Gerçeğin yolcuları, yollarını ve birbirlerini her zaman
bulurlar… “Kapıyı
Çalın Açılacaktır”
denmiştir.
Karşılaşma zamanı geldiğinde çeşitli eşzamanlılık olaylarıyla
mutlaka karşılaşırlar ve bilgi alış-verişlerini rahatlıkla
yaparlar. Bu öğretilerin, parayla, zamanla, malla-mülkle,
işle-güçle, çoluk-çocukla pek alakası yoktur. Gerçek ihtiyaç
söz konusu olduğunda o ihtiyacı karşılayacak şartlar da
mutlaka oluşur… Düşünce enerjisi, sesi, sözü kelama çevirmek
için harekete geçer. Ve Simyacı’da (Paulo Coelho)söylendiği
gibi
"bir tek insan bile kendi yazgısını gerçekleştirmek için
harekete geçtiğinde tüm evren de ona yardım etmek için
harekete geçer."
|