İçinde
yaşadığımız âlem, imkânlar âlemidir; eski dilde buna “âlem-i
mümkünat” denir. Yani öyle bir ortam içindeyiz ki,
burada akla gelen ya da gelmeyen her şey olabilir. Bir örnek,
bir ibret olmak üzere; bir numune, bir deneme olsun diye her
şey burada. Fakat kimi zaman öyle olaylar da olur ki, onları
açıklamakta acze düşeriz, bir türlü akıl erdiremeyiz; ne
aklımız alır, ne de mantığımız. Öyle bir olaydır ki bu görme,
tatma, dokunma, işitme, koklama gibi beş duyumuza hitap etmez,
cihazlarımızla da ölçüp, tartamayız. Aklımız gibi
duyularımızda şaşkınlık ve acz içerisindedir. Bu acizlik
duygusuna kimi zaman korku, kimi zaman hayranlık ve kimi zaman
da mistik heyecanlar da eşlik edebilir, en aymazlarımızda
dudak büküp geçer.
Köşeye
sıkıştığımızı hissederiz, olay bütün gerçekliğiyle
karşımızdadır; ama öyle unsurlar içerir ki, bilgi dağarcımızda
ki malzemelerle onu bir çerçeveye yerleştiremeyiz.
Sıkıştığınız köşede etrafınıza baktığınızda, gördüğünüz
şeylere de benzemez. Önceden tanıdığınız, bildiğiniz olaylarla
ve şeylerle bir ortak yön ararsınız; bulamazsınız. Ne nispet,
ne benzeyiş vardır ama bir şeyleri, olayları, eşyaları ve
varlıkları, başka bir şeye benzeterek idrak etmeyi de biliriz.
Rölatiflik, nispilik, görecelik âlemidir bizimki. Güçlü
heyecanın beraberinde bir telaş sarar her yanımızı ve aczimizi
gizlemeye çalışırız çoğu zaman…
Biz, bir’den
sonra iki’nin; A’dan sonra B’nin geldiğini biliriz; biz, iki
kere ikinin dört ettiğini, demir’in pamuktan ağır olduğunu,
görmek için fiziksel göze, duymak için fiziksel kulağa ihtiyaç
olduğunu sanırız. Duyular dışı algılamalarımız (DDA) da olduğu
öğretilmemiştir okullarda! Beş duyunun dışında cereyan eden
olaylar bizi acze ve şaşkınlığa düşürür.
Biz,
olayların sebep-sonuç zincirleri ile birbirine bağlı olmasına
alışmışızdır. Şunun sebebi şudur; bu sonuç şu sebepten dolayı
ortaya çıkmıştır deriz. Her türlü olayı ve eşyayı
deterministik yasalar ile kavrar ve normal kabul ederiz.
Deterministik bir işleyişin, sebep-sonuç yasasının,
kozalitenin(sebeplilik), illiyet prensibinin dışında cereyan
eden her olay bizi acze düşürür ve ürkütür. Bunlara “mucize”
deriz. O halde mucizeye, bizi acze düşeren, derin düşüncelere
daldıran olaylardır, diyebiliriz.
Bildiğimizin
dışında olan ve içinde bulunduğumuz sistemin yasalarına
uymayan fenomenleri bir mucize kabul ederiz. Mucize örnekleri
sayılmayacak kadar çoktur. Peygamberler ve velilerle ilgili
mucize ve keram örneklerini sonra vermek üzere, şimdi aşağıda
belirtilen ve çok kimsenin tanık olduğu “olağanüstü”
sayılan fenomenleri gözden geçirelim:
Sıra Dışı
Düşündürücü Olaylar
Günümüz
ileri teknolojisi, ileri bilim, madde hudutlarının dışına
taşamadığı için, mucizeleri çözmekten acizdir. Örneğin,
ömründe hiç lisan bilmeyen bir medyomun, hem de orta çağ
Fransızcasıyla, Eski Mısır dilini konuşmasını; keza başka bir
medyomun, sağ eliyle ayrı, sol eliyle ayrı tebliğler
yazmasını; hatta yazıyı, aynadan düzgün okunacak şekilde
tersten, aşağıdan yukarıya yazmasını, bugünkü bilim çözemez.
Kavrayamaz…
Deneysel
Ruhçuluk literatüründe öylesine ilginç ruhsal olaylar vardır,
bir türlü maddesel görüşün dışına çıkmak istemeyen bilim, ya
bunları inkârla yetinir, ya da açıklamaya gücü yetmezse, “mucizevî
bir olay”; daha da olmadı, “tesadüf”
deyip geçer…
Deneysel
Ruhçuluğu bilenler için, yüksek ruhların maddeye hükmederek,
pek çok metaryalizasyon olayları oluşturduklarıyla ilgili
örnekler konunun literatüründedir. Bunlarla ve
demateryalizasyonla ilgili birkaç olayı, bu amaçla sunalım:
1937
yılı Fransa’sında, Loire’da, Parniére isimli, küçük bir kasaba
vardır. Meşhur Marie Joséephe Olayı, bu kasabada cereyan
etmiştir. Olayı birçok gazeteler La Revue Spirite Dergisi de
yayınlamıştır.
Bu küçük kasabada Focher Ailesinin, 11 yaşındaki çocuğundan
sonra, 8 yaşında ki küçük kızı Marie Joséphe, akciğer
iltihabından ölmüştü. Küçük kızın ölümü, ailesini üzdüğü
kadar, çevresini de üzmüştü. Çünkü çok sevilirdi. Geriye,
anne-babayla büyükanne ve baba, bir de iki aylık bir ikiz
çocukları kalmıştı. Herkesin gözleri yaşlıydı… Mucize olay,
cesedin gömülmesinden sonra, hemen ertesi gün başlamıştı. Çocuk,
hastalığı süresince bir kuş tüyü yastığında yatmıştı ve
ailesinin bütün ısrarlarına rağmen, bu kuş tüyü yastıktan bir
türlü ayrılmamıştı. Bu yastıkta yatarken de ölmüştü. Defin
töreninden sonra, bu kuş tüyü yastığın içini boşaltmak
istediler. Bütün olağan üstülükler de bu boşaltma işleminden
sonra başlamıştı: Önce yastığın çok ağırlaştığı ve
yumuşaklığını kaybettiğini anladılar. Hemen yastığın bir
köşesini söküp meraklarını gidermek istediler: yastıktan, tüy
yerine, tüylerden yapılmış, taç şeklinde, harikulade bir gül
demeti çıkıverdi. İnsan eliyle yapılmasına olanak olmayan bir
gül demetiydi bu. Haber çevreye hemen yayılmış ve kısa bir
sürede bu gülleri, 20.000 kişi görmüştü. Her taraftan akın
akın meraklı ziyaretçiler gelmişti! Kuş tüyünden yapılmış
olmalarına rağmen, dalından yeni kopmuşçasına taze ve dipdiri
duran bu gül demetini, tam 33 adet gül oluşturmuştu. Çocuk ta
hastalığının 33. günü ölmüştü!
Focher
Ailesinin çok yakın ve zengin iki dostu, bu güllerden birer
tane alıp, çok sağlam kapalı birer camlı kutuya koymuşlardı.
Bunlardan biri o yerin en büyük mülkiye amiriydi. Güllerin
kutuya kapatıldıktan ertesi günü bu tek gül 8 adet
oluvermişti! Öteki şahıs ise bir barondu. Bu tanınmış baron
dostun kapalı camlı kutuya kapattığı tak gülü de, ertesi günü,
tam 22 taneydi! Bu harikulade
güllerin incelenmesi, görülüp değerlendirilmesi için, büyük
şehirlerden, en usta kişiler çağrılmıştı… Hepside bunları
insan eliyle yapılmasına imkân olmadığını söylemişti.
Bu güzellerin
güzeli güllerin şaşası yanında sönük kalmış diğer olay da
şuydu: Salonda iki büyük duvar saati vardı. Çocuğun öldüğü
saatte, bu iki duvar saati de durmuştu! Marie
Joséphel’in kendi kolların da öldüğü söylenen doktorunsa, bu
mucizeli ölüm için şunları söylemişti: “Ben şimdiye kadar asla
böyle bir ölüm görmedim. Marie Joséphe gülerek ve kendisini
karşılamağa gelmiş, bizim görmediğimiz varlıklarla konuşarak,
sanki sevinçle koşan bir çocuk gibi öldü. Ben burada, herkesin
bildiği can çekişme halini hiç görmedim.” İşte Marie
Joséphe mucizesi, özet olarak budur.
Tahta
Heykel
İspanya’da,
1914 yılında olmuş bir başka mucize şudur:
İspanya’da
Standander yöresinde, olaydan yaklaşık 200 yıl önce dikilmiş
ve tahtadan yapılmış bir İsa heykeli vardı. Bu basit heykelin
boyu 1.70m. di. Heykel 1914 yılına kadar alelade tahtadan
yapılmışlığını korumuştu. Fakat günün birinde, Antonie Lopez
isminde bir rahip gelip heykelin karşısında durmuştu. Heykele
bakarken, birdenbire büyük bir korkuya kapılmıştı. Çünkü tahta
heykelin açık duran gözleri, yavaş yavaş kapanmıştı!
Haber hızla
çevreye yayılmıştı; İspanya dışından da gelenler tam 15.000
kişi, bu heykeli ziyaret etmişti! Bu ziyaretçiler arasında her
meslekten, her çevreden kimseler vardı… Heykel, tamamıyla
canlı bir insan gibi, herkesin gözleri önünde, gözlerini
oynatıyor; göz kapaklarını açıp kapatıyor; dudaklarını hareket
ettiriyor; adalelerini geriyor, gevşetiyor; nefes alıyordu! Bu
mucize olay birkaç yıl sürdü… Hitler Almanyası zamanında, bu
olaydan, bütün ayrıntılarıyla ve belgelerle, Zeitschrift für
Seelenleben Dergisi, uzun uzun söz etmişti. Bu olaydan
ayrıca söz eden Profesör Leopold Guenther şöyle diyordu: “Ne
yazık ki, bu kadar garip ve şayanı hayret olan bu olayı, oraya
giderek, onu gören bu kadar bilgin kişinin aklına, onu
fotoğraf veya filmle saptamak ve onu bilimsel bir konu yapmak
fikri gelmemiştir.”
“Bedensiz”
Doktorun Ameliyatı
Bir başka mucizevî olay, Sao Pablo’da
geçen, bir ruhsal ameliyattır:
Büyük salonda
bulunan 40 kişiden, çoğunluğu hekimdir. Her türlü hileye
karşı, akla gelebilen her türlü önlem alınmış; kapılar,
pencereler sıkı sıkıya kapatılmış, kilitlenmiş ve de
mühürlenmiştir. Ameliyat, bu
büyük salonun içinde ayrıca yapılmış küçük bir odada
yapılacaktı. Bedensiz varlığın isteğine göre, bu küçük odada,
masanın üzerine bir şişe ispirto, bir boş leğen, flaster,
birazcık küçük gazlı be parçaları ile Cope’sun “Had Kadın
Hastalıkları” kitabı mevcuttu. Bir küçük şişe de birazcık iyot
vardı. “Bedensiz” doktor, alkolle iyot’u
karıştırıp tentürdiyot yapacaktı. Hasta ameliyat
sırasınca kendisini hiç kaybetmemişti ve hasta izlenimlerini
şöyle aktardı:
“ Karnıma
bastığını hissettim. Bundan sonra karnıma çok soğuk bir şey
sürüldü. Bunun bir dezenfeksiyon sıvısı olduğunu algıladım.
Belki bu, ameliyat olacak yere sürülmekte olan alkoldü.”
Ameliyat çok kısa sürmüştü. Bir alet hastanın karnını sadece
tırmalamış ve hasta ancak “oh, doktor!” diye bağırmıştı.
Ameliyat bitmişti. Bir burkulmadan sonra duyulan basit bir
acıdan başka bir şey yoktu. Ameliyattan
sonra odaya girildiğinde, Cope’s’un kitabının “Apandisit”
bölümü açılmış duruyordu. Ve bu sayfada doktorun elinin
tentirdiyot izleri vardı ki, daha önce böyle izler, lekeler
yoktu kitapta. Kitabın 114. sayfasında da taze kan ile biraz
sarımtırak sıvı lekesi mevcuttu. Ameliyat, kesinlikle kansız
yapılmıştı. Ameliyat yerinde 2cm’lik yara izi, ispirto
şişesinde de henüz çıkarılmış, 8 cm boyunda iltihaplı
apandisit bulunuyordu. Psyhic Observer Dergisinde Dr. Enid
S.Smith imzasıyla yayınlanan bu olay, öncesinden ve
sonrasından, seri halinde fotoğraflarıyla, radyolojikman
hekimlerce dikkatlice incelenmiş ve izlenmiştir.
Mucizevi Şifacı
Rahip Brother Kapp doktorların bile kendisine zaman zaman
başvurdukları, İsveçli bir şifacıdır. Pek çok mucizevî şifa
olayları vardır… Yıllardır astımla boğuşan hastayı; 60
yaşında, felçli sol kolunu kıpırdatamayan kadının çocuk
felciyle yıllardır sakat kolunu sağlına kavuşturmasını;
uzaktan şifa ile karındaki tümörü, hiç yokuş gibi silişini ve
benzeri bir sürü şifa olaylarını Kapp, kısa bir sürede;”Şimdi,
Tanrı’nın yardımıyla kolunu artık oynatabileceksin” gibi
basit dualarla başaran bir şifa mucizecisiydi! Nitekim
tehlikeli bir akıl hastasını bile bir anda normal haline
döndürmüştü! Oysaki akıl hastası kadın, gırtlak kanserinin
etkisiyle intihar eden kocasının tasallutuna uğramış bir
obsesyonluydu!
|