Anadolu bilgeliği
deyince akla ilk gelen Anadolu şairleri ve onların bilge
şiirleridir. Şiiri diğer tüm sanat dallarından ayıran bir
özelliği düşünceyi bir yandan en öz ve kısa şekilde ifade
edebilmeyi sağlarken, diğer yandan estetik ve güzellik
duygularını kabartan bir yapı sergilemesidir. Şiirin yapısında
estetik, harmoni ve denge bulunmaktadır. Bu yapıda insana
huzur veren ve mutlu kılan özellikler bulunur. Çünkü insan
farkında olsun veya olmasın, daima dengeyi ve harmoniyi arar.
Onu bulduğunda nerede olduğu ve hangi dala tutunduğu bilincine
ulaşır. Ama bir de o noktada ‘niçin bulunduğu’ konusu vardır
ki, bu sorunun yanıtına ancak şiirin içinde gizli olan anlamı
kavrayıp açıkladığında ulaşabilir.
Poetik Felsefe Demek
ki bilgelik içeren şiirlerde gizli bir anlam vardır. Bu gizli
anlam da uzun ifadelerle açıklandığında felsefi bir bakışa ve
yoruma dönüşür. Şiir bu bakımdan, hem sanat hem felsefe içeren
bir düşünce ürünü olarak üzerinde durulması gereken bir
bilgelik yapıtıdır. Şiir bilgelik içeriyorsa ona artık şiir
değil, “poetik felsefe”
demek gerekir. ‘Poetik Felsefe’ ifadesi akıl ve mantığın
duygularla süslenmiş şekli olarak da tanımlanabilir. Felsefe
sadece akıl ve mantığın ürünü olarak sunulduğunda kuru ve
yavan bir düşünce yapıtı olarak insana zevk vermez. Duygu ve
harmoni içeren bir düşünce ürünü olarak sunulduğunda ise hem
zevk verir
hem de hal yaşatır.
Eskiden
bilge kişiler halden hale girmenin önemli olduğuna ve bu
sayede kişiliğimizde geçici de olsa bazı değişimlerin
oluşacağına inanırlardı. Önce geçici olarak yaşanan bu hal
durumları, zamanla kalıcı bir makama dönüşeceği görüşü
hâkimdi. Halden hale geçmeyi Hz. Mevlana bakın nasıl ifade
ediyor:
Ben gören ve görmeyenim, uykudaki göz gibi, Varım ve yokum, gülsuyundaki koku gibi, Duruyor ve koşuyorum, üzengideki ayak gibi, Söylenen ve susanım, kitaptaki yazı gibi.
Bu dörtlükteki her bir
mısra açılıp yorumlanması gerekir. Uykudaki göz hem kapalıdır,
yani görmez ama aynı zamanda rüya gördüğünden açıktır da.
Ancak gördüğü bu dünyanın üç boyutlu gerçekliği değil, farklı
bir evrenin yaşantısı ve algısıdır. Bu bakımdan uykuda hem
varız hem de yokuz. Farklı bir gerçeklik âleminde varız ama bu
âlemde yaşanan bir durum olmadığından aynı zamanda yokuz. Bunu
da üçüncü mısraında, "duruyor
ve koşuyorum, üzengideki ayak gibi"
ifadesiyle hem hareket halinde, hem de hareketsiz bir durumda
bulunduğunu söylüyor.
Hem- hem Mantığı (Karşıtların Birliği)
Bugünkü
bilim de bize aynı şeyi söylemiyor mu? Biz hem bu odada
hareketsiz duruyoruz hem de birçok hareketin içinde
bulunuyoruz. Dünyamız kendi etrafında dönüyor, dünya da güneş
etrafında dönüyor. Demek ki, tek bir gerçeklikten söz
edilemez.
Bilge kişiler, ayırımcı ikilik
yerine birleştirici tekliği bu şekilde, farklı bir mantık
kullanarak, ifade etmişlerdir.
Bu mantığa “Hem-hem
Mantığı” denebilir. Çünkü ayrım yerine karşıtların
birliğini savunmaktadır. Ayırımı baştan itibaren ret
etmektedir. Son mısraında hem söyleyen hem susanım derken,
kitaptaki yazıyı örnek olarak göstermektedir. Kitaptaki yazı
potansiyel bilgidir. Kitap kapalı iken gizlidir, yani bilgi
susar. Okunduğunda ise açığa çıkar, yani söyler. Bu bakımdan
yazı her iki karşıt özelliği kendinde bulundurur. Yazıyı
okuyup anlayan ve anlam veren kişi ise onun etkisiyle dönüşür.
Hele ki şiir ise bu dönüşüm çok daha kısa zamanda ve etkin
olarak gerçekleşir.
1618-1693 yılları arasında
yaşamış olan Niyazi Mısri, Malatyalıdır. Hem-hem mantığını
kendine göre şöyle anlatıyor:
Hakk ilminde bu âlem bir nüsha imiş ancak Ol nüshada bu âdem bir nokta imiş ancak.
Ol noktanın içinde gizli nice bin derya, Bu âlem o deryadan bir katre imiş ancak.
Âdemliğini her kim bulduysa odur âdem, Yoksa görünen sûret bir gölge imiş ancak.
Kim ol deme buldu yol, vasıl oldu Niyazi ol, Nâci denilen fırka bu zümre imiş ancak.
Hakk ilminde (yani Tanrı
nazarında) bu âlem bir sayfa ve insan bu sayfada bir nokta
olsa da, bu noktanın içinde gizlenmiş olan nice bin deniz ve
bu denizlerden sadece birine ait bir damlanın içinde gizli bu
âlem bulunuyor. Yani tam hem-hem mantığı kullanıyor. Ayrımcı
bakışı değil, bütünsel bakışla ayırımsız birlikten söz ediyor.
Bu
şiirde âdem olmak ileri bir makama ulaşmış insan anlamına
geliyor. Benlik boyutu ilerleyen ancak insan olur. Aksi
taktirde, kaldığı boyut
beşer boyutudur. İnsanlık boyutuna ulaşanlara
“nâci” kurtulmuş ve selamete kavuşmuş olarak bakılır. İşte son
dizisinde "Nâci denilen
fırka bu zümre imiş ancak" diyerek nâci denilmeyi
hak etmiş olan insanlar kurtulmuş olanların gurubudur.
Peki ama
neden kurtulmuşlardır bu kişiler? Kendi tutkularından,
varsayımlarından ve ön kabullerinden. Ancak o zaman insan
beşer olmaktan kurtulup gerçek âdem, olgun ve kemale ermiş
insan olabilir.
İnsan olmak her şeyden önce
akıl ve mantığın yanında gönül ile düşünebilmektir. Yani,
sezgileri ve duyguları da düşüncenin ürünü haline
getirebilmektir. Büyük şair Necip Fazıl Kısakürek kendi
kalbine bakın nasıl sesleniyor:
Seni dağladılar, değil mi kalbim. Her yanın içi su dolu kabarcık. Bulunmaz, bu halden anlar bir ilim, Akıl yırtık çuval, sökük dağarcık.
Sensin gökten gelen oklara hedef, Oyası ateşle işlenen gergef, Çekme üç beş günlük dünyaya esef, Dayan kalbim üç beş nefes kadarcık.
Burada “kalb” sözü hem
gönlü hem de fiziksel kanı pompalayan uzvu temsil ediyor. Aklı
yırtık bir çuval olarak görmekle ona fazlaca güvenmemiz
gerektiğini söylüyor. Bir şair olmanın ne demek olduğunu Necip
Fazıl şu kısa ve öz deyişiyle ne güzel açıklıyor:
Ben şairim, gaibi kurcalayan çilingir. Canlı cenazelerin başında Münkir ve Nekir.
Bildiğiniz gibi, Münkir ve
Nekir insan öldüğünde yaşamdaki olaylarla ilgili sorular soran
iki melektir. Necip fazıl da “ben, canlı cenaze şeklinde
yaşayan insanlardan hesap sorarım” diyor. Çünkü ben aynı
zamanda görünmeyeni kurcalayan ve görünmeyeni görünür hale
getirmeye çalışan, kapılar açmaya uğraşan çilingirim.
Hesap sorma konusunda Şair
Eşref’ten daha üstünü yoktur, denebilir. 1847 yılında
Manisa’nın Kırkağaç ilçesinin Gelenbe kasabasında doğan şair
Eşref, aynı kasabada 1912’de vefat etti. Dürüst bir devlet
memuru olan Eşref, yolsuzlukları ve haksızlıkları acımadan
hicvetti. Bir gazelinde şöyle diyor:
Ey gönül, ah etme, her derdin selamettir sonu, Ölmeyen bir hastanın hâli, nekahettir sonu.
Hak, hukuk tesisi bahş etmez, sana ey mürtekip, Tövbekâr oldun mu zannetme beraattır sonu.
Gâhi cane, gâhi vicdane fena tesir eder, Eşrefa, dünyada her zevkin nedamettir sonu.
Bildiğiniz gibi, “beraat
etmek” temize çıkmak, aklanmak anlamına geliyor. Hukuk yoluyla
temize çıksan da, hatta tövbe etsen de temize çıktığını
zannetme. Çünkü, Eşref der ki: dünyadaki geçici zevklerin sonu
daima pişmanlıktır.Bu sözlerle bir çeşit ilâhi adalet
aktarılmak isteniyor. Yani, mahkeme yoluyla aklansa dahi
mürtekip olan (rüşvet alan, haksız kazanç elde eden) sonunda
pişman olacaktır.
|