Etki-tepki mekanizmasının dışına çıkabilmek,
"İleri
Düzeyde
Farkındalık"
demektir. Bunun en güzel ve çarpıcı örneğini Kung-Fu (bireysel
savaş sanatı) yapan Zen ustalarında görürüz. Kendisine
saldıracak olursanız anında gerekli müdafaa hareketini yaparak
etkiye en hızlı bir şekilde tepki gösterir. Fakat tehlikeyi
savuşturunca da anında durup selam verir. Demek ki olay o anda
başlamış ve o anda bitmiştir. Olaya katılmıştır ama olayın
kendisini sürüklemesine izin vermemiştir. Kızgınlığı ve hırsı
yoktur. Ne kendini ispatlamak ne de karşındakini cezalandırmak
gereğini duymaktadır. Çünkü egosuna tam olarak hakimdir. Eğer
saldırı geldiğinde düşünmeye vakit ayırsa gerekli savunmayı
yapamaz. Ama akıl ve mantığı da onu hiçbir an terk etmez. Onun
hem bilgisi, hem sezgisi hem de farkındalığı tamdır. Bir
diğer örnek öğrencisine çözmesi için Koan (kung-an) sunan Zen
ustasının durumudur. Öğrencisine en uygun koanı seçerken hem
bilgisini kullanır hem de sezgisini. Zen ustası öğrencisi
karşısında bir gözlemci değil, bir katılımcıdır. Bir batılı
öğretmen gibi ona bilgi aktarmak amacında değildir. Onun amacı
öğrencinin farkındalığını arttırmak ve onun bütüncül
düşünmesini sağlamaktır.
Her verilen
koan öğrencinin anlayış düzeyine göre seçilir.
Bir gün öğrencinin
biri Zen hocasına şu soruyu sormuş: “Bana verdiğiniz koanı
daha önce başkaları çözmüştü. Bu eski koanı bana neden
veriyorsunuz?” Hocanın yanıtı şu olmuştur: “Eski koanlar her
sorulduklarında kendilerini yenilerler.” Yani, koanlar
ölmezler ve her sorulduklarında yeni bir ortam bulup
canlanabilirler. Bu ortam da koanın sorulduğu kişinin
şuurudur. Canlanma derecesi de o kişinin şuur seviyesine göre
değişir. Koan’ı seçen hoca öğrencinin şuur seviyesini ve
psikolojik durumunu çok iyi tarttıktan sonra böyle bir
sorumluluk almıştır. Bizim içinde
bulunduğumuz yeni şuur durumu gözleyen ve gözlenenin yeni bir
şuur halindeki katılımcılığıyla canlılığını, aktivitesini ve
yaşam yolumuza desteğini hep sürdürür.
Ruhsal
Bütünleşme
Şuur
seviyesi ileri olan kimse sorumluluk almaktan kaçınmaz. Çünkü
böyle bir insanın kendisi için fazla bir beklentisi yoktur.
Önemli olan şartların gerektirdiği şekilde davranmak ve bu
davranışını ertelemeden anında uygulamaya koymaktır. Bu duruma
‘Ruhsal bütünleşme’
de diyebiliriz. Ruhsal
bütünleşme ortak bir farkındalık alanının oluşması demektir.
Aynı duyguları ve düşünceleri paylaşan insanlar bu türden bir
ruhsal bütünlük alanı oluştururlar. O bütünlüğe ulaştıktan
sonra her duruma ve her olaya sadece akıl ve mantıkla değil,
aynı zamanda ruhumuzla yaklaşmayı başarabiliriz. Tasavvufta ve Sufizmde bu duruma
“Kalp gözünü açmak”
veya
“Gönül gözünü
açmak”
da diyebiliriz.
Bir olaya gönül gözünü açarak yaklaştığımızda sadece zihinsel
farkındalık oluşmakla kalmaz, aynı zamanda duygusal
farkındalık da oluşur. Yani o anda aniden duygularımız
keskinleşir ve mutluluk, coşku, sevinç gibi duygular duyarız.
Basit bir örnekle şöyle açıklamaya çalışalım; diyelim ki
otobüse binmek için otobüs durağına doğru ilerliyorsunuz. Tam
durağa vardığınızda karşınıza sizin istediğiniz otobüs
geliveriyor. O anda bir mutluluk, bir coşku hissi sizi
kaplıyorsa farkındasınız demektir. “Ne tesadüf, tam da benim
istediğim otobüs geldi” diyorsanız, farkında değilsiniz.
Farkındalık
ve mucize
Demek ki, tesadüfe inanmak farkında olmamak demektir. Her
olayın hiçbir amaca dayanmadan öylesine tesadüfen oluştuğuna
inananlar olaylar arasında ilişki olduğunu göremezler. Oysa ki
evrende hiçbir olay tümüyle tesadüf eseri ortaya çıkmaz. Ancak
bunun şuuruna varmak gerekir. İşte tesadüflerin
ardındaki asıl nedenleri görebilenler farkındalık sahibi
kişilerdir.
Farkında olan insan için yaşam mucize doludur. Mucizelerin
farkına varmak da hem coşku hem de tevazu yaratır. Evrenin kendisi bir mucizedir. Sonsuz büyük ve sonsuz uzak
mesafelerin varlığından yeni yeni haberdar oluyoruz. Bu
sonsuzluk içinde dünyamız o kadar ufak ve anlamsız kalıyor ki
bizim bu küçücük dünyada yaşamamız bir mucizedir. Bu mucizenin
farkına varmak da insanı mütevazı yapar. Şu koskoca, uçsuz
bucaksız, evrende biz neyiz ki? Kendimizi önemli görmemiz için
hiçbir
neden yok. Ama bizim var olmamız da bir mucize. İnsan vücudu
öylesine mükemmel bir sistem ki hayran kalmamak mümkün değil.
Bu mucize karşısında da tesadüflerin bulunmadığını görmek,
yani insanın da bir küçük evren olduğunun farkındalığına
ulaşmak gerekir. Mikro ve makro düzeydeki farkındalığımızın
artması, işleyişin mükemmelliği karşısında tevazu sahibi
olmayı kolaylaştırır.
Kuantuma
göre gözleyen ve gözlenen farkındalığı
Her yeni gözlem yeni bir farkındalık yaratabilir. Kesin olarak
“Yaratır”
demek pek mümkün değil çünkü gözlemi
nasıl yorumladığımız çok önemlidir. Eğer “Önemli değil, sadece
bir
tesadüftür” derseniz olayı o seviyede kesip daha derine inme
gereği duymazsınız. Ama “Bu olayın altında bir neden olmalı”
şeklinde düşünüp sorgulamaya devam ederseniz derine inmiş
olursunuz ve farkındalığınız da artar. Bizler olayları gözlemlerken aynı zamanda kendimizi de
gözlemlemiş oluruz. O olayın bizim başımıza neden geldiğini
sorgularken kendimize tarafsız bir gözle bakıp, dıştan
gözlemlememiz gerekir. Yani kendi dışımıza çıkıp
kendimizi bir nesne gibi gözlememiz gerekir. Demek ki, hem
gözleyen
hem de
gözlenen
biz olmalıyız. Kuantum kuramı der ki;
“Gözleyen ve gözlenen bir bütün oluştururlar ve birbirlerini
etkilerler.”
Eğer biz kendimizi gözlersek kendimizi etkilemiş de oluruz. Bu
etkileşmenin sonucu değişimdir.
İnsan kendini tarafsız bir gözle gözlerse kendini
değiştirebilir. Yani
farkında olmakla kendimizi değiştiririz. Tersi de doğrudur.
Değişmiş olan insan farkında olmuş insandır.
Değişimin dıştan değil içten gelmesi gerekir. Başkalarına
bakıp değişmeye çalışmak boşuna bir uğraştır. Doğal olanı
kovarsanız o koşa koşa geri gelecektir. Doğal olmak
başkalarından öğrenilmez. Doğal davranış içten gelir. Akıl ve
mantıkla oluşturulamaz. Doğal olmak için içe bakmak
yeterlidir. İçe bakıldığında öylesine bir
ışık belirir ki tüm şüpheler, tereddütler, kısaca karanlık
noktalar ortadan kalkar. Olayların birer tesadüf olmadığını da
bu şekilde algılayabiliriz. Olayların ardındaki gerçek nedenleri bu şekilde görebiliriz.
Yani, daha üst düzeyde bir bakış açısına ulaşmış oluruz. Bu
üst düzey bakış açısına varmak için tek tek olaylar hakkında
düşünmek yerine, olaylar arasındaki tümel ilişkiye bakmak
gerekir. Böylece daha derine inmiş ve merkezden çevreyi
izlemiş oluruz. Çevrede sürekli çalkantı, itiş kakış,
dalgalanma vardır. Merkez ise
tüm bu çalkantılardan uzak sakin ve durağandır. Merkezde
benliğin istekleri yerine sessiz bir kabul, bir tevekkül, bir
tatmin vardır.
Tatmin
olmuş olan benlik kendiyle uğraşmaz. Merkezden bakar fakat
ben-merkezci değildir. Bu söz bir çelişki gibi gelebilir fakat
daha önce sözünü ettiğimiz hem-hem yaklaşımı ve mantığı
uygulandığında hiçbir çelişki kalmamaktadır. Tatmin olmuş olan
benlik hem ben-merkezcidir hem değildir.
Yani, hem kendi hayrına hem de bütünün hayrına çalışır. Biri
diğerinin önüne geçmez. Daima farkındalıkla etrafında olanlara
katılır. Farkındalıkla etrafta olup bitenlere katıldığınızda
sufizmde anlatılan cazibe alanları meydana gelir. İçinizden
dışa doğru yayılan bir enerji alanı oluşur ve bu alan
çevrenizdeki insanları
etkilemeye başlar. Yani cezp edilenken cezp eden olmaya
başlarsınız.
"Kendi yaşamlarını ve içinde yaşadıkları dünyayı etkileyip
değiştirmiş olanlar farkındalıkları yüksek insanlardır." |