“Modern dönem”
olarak kabul görmüş olan Aydınlanma Düşünce
sisteminde doğanın akıl ve mantık yoluyla anlaşılıp
açıklanabileceği inancı vardı. Post modern düşünce ise bu
yaklaşımı sorguluyor. İnsanın doğayı ve çevresinde gelişen
olayları açıklamak yerine yorumladığını iddia ediyor. Post modernizm mutlak prensipler ve genele uygulanan ilkeler
yerine kişisel tecrübelere önem veriyor. Kişisel olarak
açıklanan ve yaşanan tecrübeler elbetteki
“görelilik”
ve
“değişkenlik”
içerirler. Bu gerçek de 20’nci yüzyılın bilimsel bakış açısı
ile tam olarak örtüşüyor.
“Modern”
adı verilmiş olan, fakat günümüzde klasikleşmiş olan
bilim döneminde doğa ile insan kopuk ve birbirlerinden
bağımsız olduklarından, doğada herhangi bir anlam bulunmadığı
inancı vardı. Çünkü nesnel doğada şuur (bilinç) yok olduğu
sanılıyordu. Oysa ki post modern bakış anlamsızlık yerine,
anlamsız gibi görünen olgularda gizli olan anlamı ortaya
çıkarabilmek gayreti içindedir. Modern bilim kuramları, Kuantum Kuramı ile Özel ve Genel
Görelilik Kuramları ve en son Karmaşa Kuramı anlam arayışına
önemli katkılarda bulunmuşlardır. Bu kuramlar klasik fizik
görüşlerini alt üst etmiş durumdalar. Şu halde elimizde
malzeme hazır. Post modern bakış bilimsel açıdan klasikleşmiş
olan fakat günümüzde geçerli düşünce tarzı olmaya devam eden
kavramları ve varsayımları sorguluyor. Bunlardan
Yerellik, Süreklilik
ve Özdeşlik varsayımları bizim olaylara bakışımızı şekillendirmektedir. Bu
varsayımlar düşüncemizi belli bir miktarda kısıtlamakta, ikili
ya-veya mantığına adeta mahkûm etmektedir.
Önce,
Fransız felsefeci Jacques
Derrida’nın meşhur ettiği
“Yapı
bozumculuğu” (decontruction)
kavramına bakalım. “Yapı
bozumu”
yıkım değildir, nihilizm ile de ilgili değildir, analiz hiç
değildir. Daha çok batı düşünce sisteminin aşkın durumları
açıklamakta karşılaştığı zorlukları çözebilmek için başvurulan
bir bakış, bir yaklaşımdır.
Yapı
bozumu yaklaşımının iki temel dayanağı vardır. 1.
Politik ve 2. Felsefi-Bilimsel
dayanak.
Politik dayanak ikinci dünya
savaşı öncesi ve süresinde Avrupa’ya hakim olmuş olan Faşist
ve Nazi görüşün hatalı yönleridir. Bu iki politik yaklaşım
insanları aynı potada eriterek bireyselliği yok etmeğe
çalışmış, kendi gibi düşünmeyenleri dışlayarak düşman ilan
etmiştir. Jean Francois Lyotard 1959 yılında yayınladığı
“Post modern
durum”
adlı kitabında Faşizmi ve Nazizmi güçlü bir
şekilde tenkit etmiştir. Post modern
bakışın felsefi dayanağı ise ikili kavramların kısıtlayıcı
oluşları ve bilimsel bir açıklamada kullanılan terimlerin
anlamlarının yeni açıklamalarla genişletilmeleri gerektiğidir.
Bu iki nokta Post modern yapı bozumculuğunun önemli çıkış
nedenleridir. Fakat yapı bozumunun bir de bilimsel dayanağı
vardır ki, bu modern fizik kuramları olan
Görelilik ve Kuantum
kuramlarıdır. Zira her felsefi akım, döneminin biliminden
etkilenmiş ve bilimin ürettiği yeni kavramlardan
yararlanmıştır.
Örneğin,
“Gerçek nedir?”
sorusu post modern düşünürler tarafından yeniden ele alınmış ve
tartışılmıştır. Jean Baudillard’a göre
“Gerçek
var olma özelliğini yitirmiştir.” Baudrillard’ın
sorgulaması Leipnitz’in sorgulamasından farklıdır. Leipnitz:
“Neden
varlık vardır ?” şeklinde soru yöneltir. Baudrillard
ise: “Acaba
yokluk var mıdır? ”
şeklinde sorar. Bu
sorgulamadan kasıt varlık-yokluk ikileminin özüne inmek ve bu
ikili bakışın getirdiği birtakım sonuçların yapısını
bozmaktır. Varlık-yokluk ikilemi olduğu sürece "ben ve öteki"
ayırımı da bulunmaktadır. Ben-Öteki ikilemini aştığımızda,
yani bu ikili yapıyı bozduğumuzda, ben ile öteki
yakınlaşmakta, biri diğerini kabul eder duruma gelerek
bütünleşmektedir. Ancak yapı bozumculuğu kesin çizgilerle
tanımlanabilen bir yöntem değildir. Kendini sürekli yenileyen
“Yaşayan
bir felsefe” modeli olarak tanımlanabilir.
Yaşayan Felsefe, tanımını ilk olarak ileri sürmüş olan
düşünür, Jaques Derrida’dır.
Yaşayan
felsefe içinde
yapı
bozumculuğu, Heidegger ve Nietze tarafından ileri
sürülmüş olan
“yıkım”
veya
“tersine çevirme”
kavramlarından daha az negatif bir yaklaşımdır. Ancak, yapı
bozumculuğunun kesin olarak tanımlanmaması felsefe ile
uğraşanları rahatsız etmektedir. Çünkü, felsefe kesin
kavramlarla çalışmak zorundadır. Bir bakıma felsefeye
“Kavram matematiği”
de denebilir. Dolayısıyla, açık ve kesin tanımlı olmayan
kavramlar felsefenin ilgi alanının dışındadır, şeklinde bir
görüş bulunmaktadır. Ancak,
felsefi kavramlar ortamın ve kültürün ürünü olmak
zorundadırlar. Her dönemde ortaya atılmış olan kavramlar hem o
dönemin bilimsel görüşlerinden etkilenmiş hem de o dönemin
varsayımları üzerine inşa edilmiştir. Şu halde, 20. yüzyılda
ileri sürülen bilimsel kavramlarla post modern görüşün
örtüşmesi hem doğal hem de gereklidir.
Einstein’ın
Görelilik kuramı mutlak uzay ve mutlak zaman kavramlarını
geçersiz kılmıştır. Hem uzam hem de zaman nesnelerin hızına
göre değişmektedir. Burada durağanlık değil hareket önem
kazanmıştır. Uzam, nesnelerden bağımsız bir sahne olmaktan
çıkmıştır. Şu halde nesnelerin bulunmadığı bir boşluk kavramı
da tartışma konusudur. Uzayda karanlık bir bölge bulunması o
bölgede hiçbir nesne bulunmaması anlamına gelmez. Örneğin, kara delik denen gök cisimleri öyle kuvvetli bir çekim gücüne
sahiptirler ki kara delik içine düşen ışık dahi dışarı çıkamaz.
Yani,
karanlık yokluk demek
değildir. Yokluk
bölgesi veya uzay boşluğu bölgesi bizim bir varsayımımız
olmaktadır. Çünkü boş olduğunu sandığımız bölgede dahi
“arkazemin
radyasyonu” denen ve yaklaşık +4 derece
Kelvin (-270 derece Santigrat) olarak saptanmış olan bir elektromağnetik
radyasyon (ışıma) bulunmaktadır. Şu halde
“varlık”
her bölgede vardır ve “yokluk”
kavramı sadece metafizik olarak düşünülmelidir.
Post modern yaklaşım insanı ve insanın sezgisel yönünü de
içerdiğinden sadece fizik ile bağlantılı olmayıp güncel
metafizik kavramların ortaya çıkışına da yardımcı olmuştur.
Batıda görülen yeni mistik akımların kaynağını 1968 sonrası
yayınlanan post modern kitaplarda bulabiliriz. Günümüzün
Post modern tüketici toplumu her türlü ürünlerin
yaygınlaştığı ve bir bakıma sığlaştığı bir Pazar yeri gibidir.
Toplumda her şey metalaştırılmıştır ve maneviyattan maddiyata
sürekli değişen moda akımları halinde sahte bir gerçeklik
yaratılmıştır. Yeni bir
"yaşam tarzı"
olarak reklamlar ve
“simülakr”
görüntüler bizi kuşatmıştır.
İçinde
yaşadığımız çağ bir bakıma “karmaşa”
ve “dönüşüm”
çağıdır. Çünkü her karmaşık durum sonuçta yeni bir oluşuma
yol açar ve sonuçta dönüşüm gerçekleşir. Böylesi bir durumda
insan kendini yeniden kurma, oluşturma ve dönüştürme
zorundadır. Post modern terimi böylesi bir
“kalıplar içine
sıkıştırma” olgusuna baş kaldırma ve onunla hesaplaşama
gayreti olarak görülebilir. Bu hesaplaşmada merkezi bir yer
işgal eden “nesnel
gerçeklik” kavramı üzerinde biraz duralım. Kant’a
göre nesnelerin
“kendiliği”
bilinemez. Bu ifade ancak gözlem için doğrudur. Gözlem
yaparak, yani 5 duyu yoluyla, nesnelerin kendiliğini
bilemeyiz. Çünkü, gözlem yapmak için önce bir gözleyen bir de
gözlenen bulunmalıdır. Bu da iki ayrı kavram gerektirir.
Gözleyen ile gözleneni bir bütün olarak kabul ederseniz
“öteki”
kavramı ortadan kalkar ve bütünsel teklik ortaya çıkar. Bu
durum oluştuğunda, nesnelerin ve
“öteki”
olarak tanımlanmış olan dışımızdakinin kendiliği
bilinebilir. Bu bilgi türüne
“iç görü”
de denebilir.
İşte
size Mevlana’nın iç görü ile ilgili bir dörtlüğü:
Bir kimse ki hem içte görür, hem dışta, Bir başka görür, çılgınlardan başka, Bambaşka o göz, nasıl görür? Bak, iyi bak Kimdir o gören? Gözden sıyrılmış da.
Yani
gören göz kişinin kendi midir? Yoksa kendi benliğini aşan
bir
“ilk varlık”, bir töz mı görüyor? Burada tam bir birlik
söz konusudur. Kendi içinde bir başka varlık olduğunu
söylemiyor. Gözden sıyrılmış, bir bütünlükten söz ediyor.
Dönüşen insanların dönemi olan içinde yaşadığımız zaman
aralığında, kadim bilgelik ile post modern bakış büyük çapta
örtüşüyor ve bizleri ya-veya mantığını aşmaya davet ediyor.
Sonraki Bölüm >> |