Bilge Asita’nın birkaç gün önce anlattıkları öyle çarpıcıydı, birkaç gün ara
vermek istedik, tarlada çalışmak, meditasyon, açık havada dolaşmak ve
onun bize öğrettiği Tai-Chi Chuan’a e benzeyen o zarif sporla
enerjilerimizi dengelemek birkaç gün sürdü, ben ilk kez kendimle
yüzleşiyormuşum gibi bir duygu yaşadım. Söyledikleri öyle gerçekti ki
insana kaçacak delik kalmıyordu; sonra Doğanla da konuştuk bu konuyu,
iyi ki de kalmıyor dedik. Bunca sene kaçacak yerlerimiz olduğunu
sanmıştık da ne olmuştu? Hepimiz çeşitli boyutlarda irili ufaklı
nevrozlarla dolaşır olmuştuk. İnsanın kendini güveneceği birinin bilgi
birikimine ve yolda yürüme tarifine bırakması aslında ne de iyi
oluyormuş dedik birbirimize ama yine de içimizden sessizce biliyorduk ki
bu tip karşılaşmaların kendi içinde bir kozmik zamanlaması vardır ve ne
bir gün önce ne de bir gün sonra asla olamazlar. Doğan’a “benim daha pek
çok sorum var, sorsam ayıp olur mu?” Dedim o da “asıl sormazsan bence
ayıp olur, niye geldin ki buralara, aklında takılanları sor ki açalım,
benim anladığım Bilge Asita, bir süre daha uygulama yaptıracak bizlere
ve neyi ne kadar anladığımızı tespit edip, gönderecek belli ki, bizi
burada uzun uzadıya tutmaya pek niyeti var gibi gelmiyor bana” dedi. Bende onun gibi
düşünüyordum. Peki dedim o zaman yarınki derste sorularımı sormaya
başlıyorum. Asita dersleri sabah erken saate almıştı. Sabah meditasyonu ve
sporundan sonra kahvaltı edip, tabi ona kahvaltı denirse, derse
başlıyorduk. Bazen öğleden sonraları bizi bahçeye ve çapaya yolluyor
bazen de çalışmayı kesmek istemiyordu, o işleri yapacak günleriniz
önünüzde şimdi siz hazırken, açıkken, istiyorken bilgiyi verelim sonra
kapanabilirsiniz, bu aralığı yakalayamayabilirim diyordu. Sabah bahçede
karşılaştık hava çok güzel ve güneşliydi. Çok sorum var Asita dedim.
Kahkahalarla güldü ve çok sevindi. Peki! Başla bakalım dedi; “Seni
tüm dikkatimle dinledim ve içsel yolculuğumu başarı ile gerçekleştirmek,
kendimi tanımak, kendime ve başkalarına faydalı ve dürüst olmak
istiyorum ama kendimi tehlikelere karşı güvenceye alma çabalarımdan
kurtulamayacağımı düşünüyorum. Bu konuda ne yapmalıyım?”
“O kadar fazla şeyi güvence altına almak istiyorsunuz ki kendinizi
koruyamayacağınız düşüncesi sizin için bir oyun, büyük bir şaka ve
kendini güvenceye alma yolu haline gelmiş. Kendinizi izlemekle ve
kendinizi izlediğinizi izlemekle çok ilgileniyorsunuz. Eğer yeni bakış
ve yeni bir açı oluşturmazsanız bu böyle sürüp gider. Gerçekten de sıkça
karşılaşılan bir fenomendir. Sizin için tüm gereken ilgilenmeyi tamamıyla bırakmak ve kendi
gelişiminizi de garanti altına almaya çalışmaya ait tüm ilgiyi
kesmektir. Birbirinin üstüne binen bu karışıklıklar, gerçekten iyi bir
yalan makinesi kurup bu makine içinde başka bir yalan makinesi kurmak ve
bunlarla bir kontrol kurmaya çalışmak gibidir; bu karmaşık yapılar
bütününü tamamen ortadan kaldırabilirseniz rahat edersiniz ve An’ı
yaşamayı öğrenirsiniz, her şeyi kurgulamanın yararsızlığını anlarsınız,
kontrolün ne kadar isteseniz de asla sizde olamayacağını kavrarsınız.
Yalan makinesini sürdürmeye devam ettiğinizde ise kendinizi güvenceye
almaya çabalarsınız ve güvenceyi elde ettiğinizde, bu güvenceyi de
güvenceye almaya kalkışabilirsiniz ne paradoks değil mi? Bunu hiç
düşündünüz mü bilemiyorum ama şimdi olsun biraz düşünün derim, buradan
gidince yine aynı uykuya dalacaksınız nasıl olsa, o kadar az insan
uykudan uyanmayı seçer ki ! Bu sağlamlaştırmalar sonsuz bir imparatorluk gibi genişler sevgili
arkadaşlarım. Bu imparatorlukta sadece küçük bir kaleye sahipsinizdir
ama uyguladığınız korumanın ölçeği tüm dünyayı kaplar. Kendinizi
gerçekten ve tamamıyla güvenceye almak isterseniz, harcayacağınız emeğin
sonu gelmeyecektir. Bu yüzden, kendinizi güvenceye alma fikrini tamamıyla bir kenara
bırakarak kendinizi güvenceye alma çabalarınızın komikliğini, kendinizi
korumak için oluşturduğunuz o kat kat sistemin komikliğini anlamanız
gerekir. Bekçinin bekçisinin bekçisi olmaya bir son vermelisiniz. Bunu yapmak
için de ilk bekçiden, yani kendini korumayla ilgili ilk niyetten
vazgeçmeliyiz.”
“Sevgili Asita hangi ulusu örnek versem bilmiyorum ama örneğin, biz
Hintli olsaydık bizimle yine bu şekilde konuşmazdınız, öyle değil mi?
Demek istediğim şu, bizimle böyle konuşuyor olmanızın sebebi yabancı
olmamızdır. Eğer biz hiçbir şey yapmadan yerimizde öylece oturuyor
olsaydık bile böyle konuşmayabilirdiniz yani demek istiyorum siz bizim
kültürümüze de pek güvenmiyorsunuz.”
“Bu çok ilginç bir noktadır. İlginç bir soru sordunuz gerçekten.
Öğretilerin sunulma biçimi, dinleyicilerin materyalizmin hızına ne kadar
dahil olduklarına bağlıdır. Bu beni de bağlar tabi ki, sizden aldığım
titreşimler ve yansımalar konuşmaların şeklini ve türünü de etkiler.
Örnek vereyim siz Amerikalı olsaydınız daha farklı şeyler söylüyor,
materyalizmden daha fazla söz ediyor olacaktım ama sizin geldiğiniz
kültür zaten doğu kültürü ve içrek nitelikler taşıyor, bilmiyorum
anlatabiliyor muyum? Biraz daha açmaya çalışayım. Amerika fiziksel
materyalizmde gerçekten çok ileri bir seviyeye ulaşmıştır. Halbuki bu
tür bir hıza dahil olmak yalnızca Amerikalılarla ilgili bir potansiyel
değildir, tamamen evrensel ve dünyaya ait bir hızdır. Eğer Hindistan,
fiziksel materyalizmi elde etmiş ve hayal kırıklığına uğramış insanların
yaşadığı Amerika'nın vardığı ekonomik düzeye ulaşırsa, o zaman onlar da
böyle arayışlarla dağlara çıkar, bilgelik yolu ararlar. Aşırı olan her
şey karşıtını çağırır, çılgın bir materyalizm tutkusunun insanın içinde
yarattığı boşluk o kadar büyüktür ki, al al da nereye kadar? Aldıkça
doyacaklarını sananlar çok yanılırlar aksine terk ettikçe zenginleşir
insan sahip olma tutkusunu arttırdıkça değil yani bir an önce sahip olma
halinden sadece olmak haline geçmenin yollarını aramalıdır materyalist
ülkeler diye düşünüyorum.” |