Felsefe Ne
diyor?
|
|
|
|
|
|
|
Descartes |
Malebranche |
Pithagoras |
Plotinos |
Sokrates |
İbni Sina |
El-Kindi |
Felsefede Descartes, Malebranche, Eflatun, Plotinos, Sokrates,
İbn Sina, Kindi vb. ilahiyatçı filozoflar olarak öğretilerini
“kendini bilmek” kavramında anlamını bulan, içsel gelişim
içerikli vermişlerdir. Örneğin, bunlardan Sokrates; “En
büyük erdem tutkulardan kurtulmaktır.” demişti. Burada
“tutkular” elbette ki ancak kendini tanıma cehti içinde
kontrol altına alınacak beşeri zaaflarımızdır.
Başta
ilahiyatçı filozoflar olmak üzere, birçok düşünür kendini
bilmek kavramını irdelemeden geçmemiştir.
Özellikle İslam felsefesinde Kur’an bilgileriyle Aristo ve
Eflatun’un öğretileri mezcedilerek kendini tanımanın önemi
konusunda daha sonraki zamanlara da ışık tutan saptamalarda
bulunmuşlardır.
İslam
felsefesinin önemli isimlerinden Farabi (ölümü 950),
felsefe öğrenmeye başlamadan
önce, felsefi düşünceye bir zemin oluşturması bakımından, elde
edilmesi gerekli bazı ilke ve bilgilerin gereğine değinmiştir.
Önce
felsefe tarihindeki ekollerin adlarını, Aristo’nun eserlerinde
izlediği amacı, felsefeye hangi ilim ile başlamak gerektiğini,
felsefeyi öğrenmekten maksadın ne olduğunu ve bu konuda
izlenecek yolu bilmek gerekir. Öte yandan Farabi’ye göre,
ilmin hepsi pratikten yani bilgiyi uygulamaktan ibarettir.
Uygulaması yapılmayan bilgi sadece yük olarak taşınır. O
bilgilerin bir kütüphanenin rafında bulunmasıyla kişinin
zihninde bulunması açısından hiçbir fark yoktur. Uygulama
olmadığı içinde burayı terk ettiğinde o kıymetli bilgiler
beyin hücrelerinde kalacak, ruha mal edilmemiş olacaktır. Bu
konuda hedefe ulaşmak ise; kişinin önce kendisini eğitmeye
başlaması, sonra yakınlarından başlayarak öteki insanlara da
uygulamayla ilgili bu bilgiler konusunda örnek olmasıyla
mümkündür. Kişinin, kendini ıslah etmeden yani eğitmeden,
kendini tanıma yolunda biraz olsun yol almadan başkalarını
ıslaha kalkması yarardan çok zarar getirebilmektedir. “Kişi,
haz ve lezzetleri değil de, sadece hak ve hakikati isteyen ve
iradesi sağlam bir kişi olmak için açgözlülükten kaynaklanan
arzularını terbiye etmelidir.”- Farabi (1).
Temelinde açgözlülük ve doymazlık bulunan arzuları en aza
indirmek aynı zamanda beden olarak yaşamaktan kendini sadece
bedenden ibaret saymaktan kurtulmanın gereğidir. Bu
yapılmadan, yani “kendini bilmeksizin” sergilenen eylemlerden,
insani değerler yönünde bir hayır gelmez.
El-Kindi ve
Mesnevi’de Kendini Bilmek
M.
Celaleddin MESNEVİ’sinde bu gerçeği şöyle dökmüş dizelerine:
“Gayret atını yıldızlara sürdün de,
Kendisine meleklerin secde ettiği Âdem
peygamber’i bilmedin.”
İslam
dünyasının ilk filozoflarından birisi olan El-Kindi (ölümü
873) de felsefe tanımına “kendini bilme”
kavramını katmıştır: “Felsefe, insanın kendini
tanımasıdır…” der. Felsefeyi tanımlama konusunda,
İslam filozofları çeşitli girişimlerde bulunmuşlar ve kendini
tanıma konusunuda özel bir önem vermişlerdir. Günümüz İslam
tarihi profesörlerinden Necip TAYLAN söz konusu çeşitli tanım
denemelerinden şöyle ortak bir tanım çıkarıyor ki burada da
yine “kendini bilme” kavramını görüyoruz:
“ Felsefe,
eşyanın mahiyetini ve hakikatini bilmek ve varlığın sebebini
açıklamak gayretindedir. Felsefe ,insanın kendini bilip
tanımasıdır.
”
Kendini bilmenin, bedensel beni tanımakla başladığını, bu
kapsamda bedensel sağlığın, zihnin ve nefsin durumunun önemli
olduğunu vurgulamıştık. Nefsin kabalığını gidermeden fizik
ötesine, meta biyolojik yanımıza ve onun ötesindeki/sonsuz
yüceliklerdeki ışıklı ortamlara doğru felsefi ifadesiyle “akılla
kavranılamaz âlemlere” yönelmek olası değildir. Nefis
eğitilmemiş haliyle içsel gelişimin önündeki en büyük
engeldir.
Kadim
zamanların ünlü filozoflarından el-Kindi, “ahlak”
kavramıyla ilgili olarak kaleme aldığı birçok risalesinde, bu
kavramla bağlantılı olarak, nefsin terbiyesini de ele
almıştır. Kindi’ye göre,
“Aklı sayesinde açgözlülüklerini
ve öfkesini bastıran kimse, bir de ilmin derinliklerine
dalarak varlığın hakikatini araştırmayı karakter haline
getirirse; hikmet, kudret, adalet, hakikat, iyilik ve
güzellikle nitelenen Hakk’a yakın benzerlikte faziletli bir
insan olur.”
Beşeri aklın
böylesine anlamlı faziletlere vesile olabilmesi için,
önce onun nefsin etki alanından kurtarılması gerekir. Yani
zihnin gevezeliğinin giderilmesi ve içsel sükût ve sakinliğin
kazanılması gerekir. Ancak bu başarıldıktan sonra, kendini
tanıma cehtinin sürekli kılınmasıyla giderek Bilgelik
sıfatlarıyla sıfatlanmak söz konusu olabilir.
Yine
Kindi’ye göre, “Bireyin, gücü ölçüsünde Hakk’a benzemesi”
söz konusudur. İşte bu gücü de ona kazandıracak olan, kendini
bilmenin gereklerini yerine getirmektir. İlahi sıfat ve
erdemleri edinmek(“insanlaşmak”) ancak böyle
olasıdır der. Filozof, “Tarifler Üzerine” adlı
eserinde iki çeşit ölümden söz eder; bu ölümlerden önemli
olanı “nefsin istek ve arzularının ölümü” dür. Çünkü
filozofumuza göre, “fazilete
giden yol arzuları öldürmekten geçer." (2)
Filozofumuz bunu binlerce
yıl önce söylemiştir, günümüz insanına uyarlandığında
psikolojinin genel kuralları da göz önüne alınarak biliyoruz
ki arzular zorla ve baskıyla öldürülemez, eğitilerek yönü
değiştirilir daha faydalı kanallara akması sağlanır, arzular
arasında seçimler ve değişimler yapılabilir. Çağlayan bir
suyun önüne set çekmek de aynı şekilde zararlıdır, gün gelir
suyun gücü o seti aşarsa bir köyü sel basar ki daha büyük bir
felaket ortaya çıkar o nedenle baskı yaratan arzu konusunda
yönü değiştirmek her zaman daha yararlıdır. Filozofun
deyişiyle, öteki ölüm ise, zaten yok olmak
anlamında bir ölüş değil, bir yerden bir yere geçiştir. Bu
konunun irdelenmesini “Ölmek Yaşamaktır”
başlığı altındaki yazı dizimizde sunmuştuk.
Nefsin
istek ve arzularının başıboşluğu bireyi, hele kendinden
habersiz bireyi “işe yaramaz hedeflere”
yöneltir. İçsel gelişim bakımından bu “işe
yaramaz hedefler” yapay icap ve ihtiyaçlardır. Yapay icap ve
ihtiyaçlar içeren “işe yaramaz hedefler” de
tüketilen enerjiyi/ömrü M. Celaleddin “okluğun boşalması”
şeklinde ifade etmiş. Bakın, ne diyor:
“Kuş havada
uçarken, gölgesi de yere aksedip kuş gibi koşar. Ahmak kişi de
o gölgeyi avlamak amacıyla, onun ardınca koşar durur. Onun,
havadaki kuşun gölgesi olduğundan habersiz; yerdeki bir gölge,
asıl ise Hüma gibi uçmakta. Bilgisizlikten gölgeye ok atar.
Okluğu boşalınca üzülür. Ama bir kimsenin rehberi, Hakk’ın
gölgesi olursa, Hakk onu hayal ve gölgeden kurtarır.”
M. Celaleddin yukarıdaki dizelerinde, asıl izlenecek
değerlerin görünenin ötesinde olduğuna işaret ediyor. Yerde
görünenin aslı-idesi Yukarı’dadır(3).
Burada kendinden habersiz uyurgezer ve illüzyonel yanılgı
içinde bulunan kişi “ ” olarak nitelendiriliyor
ki Budizm’de de kendini bilmez şaşkınlar “budala”
olarak geçer. Bir budala daha vardır ki, o da abdal’dan gelir
yani dünyaya ölmüş kişiye de abdal denir ama bunun dünyasal
anlamda bildiğimiz aptal kelimesi ile bir ilgisi yoktur.
Sufiler, varlıktaki saflaşmayı-arınmayı ve çocuksu hali bu
sözcüklerle de anlatmak istemişlerdir.
Yukarıdaki dizelerde geçen “hüma” mitolojik bir
kuştur. “Okluğun boşalması” da, içsel gelişim
açısından işe yaramaz hedeflere, yapay ihtiyaçlara yönelik
sarfiyat ile enerjinin/ömrün tüketilmesi, bir enkarnasyon
nimetinin heba edilmesidir. Günümüzde ne yazık ki, zaten
çoğunlukla uyurgezer durumda olan ve kendini tanımayan beşer,
daha da derin uykular içinde otomatik bir yaşama
sürüklenmesine neden olan reklam bombardımanı altında
çoğunlukla işe yaramaz hedeflere yöneliyor. Bu aldatmacaya
kapılmamak için tek çare ise kendini bilme cehti içinde
idraklenip şuurlanarak uyanık kalmaya çalışmak.
İç Dünya
Bunalımı “İşe
yaramaz hedeflerde dolaşmayı” hayat zanneden günümüz
beşeriyeti yanlış adrestedir. Seçme özgürlüğünü büyük ölçüde
yapay icap ve ihtiyaçlar yönünde kullanmaktan yani kendini
bilmezlikten kaynaklanan söz konusu şaşkınlık, bugün “gelişmiş”
diye adlandırılan birçok ülkede “iç dünya bunalımı”
da denen marazi ruh haline neden olmuştur.
Ünlü
psikologlardan Rollo MAY’e göre günümüzde ruhsal bunalıma
düşmüş kimselerin en büyük problemi, kendilerini bir
“boşluk”
ve gayesizlik içinde hissetmeleridir. Burada hemen,
Rollo.MAY’i destekleyen istatistiksel bir örnek verelim:
Norveç, nüfusu 4,5 milyon olan refah düzeyi çok yüksek bir
ülke. Ülkede, iki kişiye bir otomobil düşüyor. Ayrıca, ülkenin
bütçesi fazla veriyor. Yılda 4,5 milyon kitap satılıyor,
günlük gazetelerin toplam tirajı 3 milyon civarında. Yani onca
az nüfusa rağmen, Türkiye’ye eşit. Fakat bunca maddesel refaha
rağmen, Norveçliler mutlu değil. 100 aileden 50’si boşanma
yaşamış. Çocukların %52’si evlilik dışı doğuyor(4).
Bu da yetmiyormuş gibi; adi suçlar, cinayetler ve uyuşturucu
kullanımı artışta. Buna benzer veriler sadece Norveç’te değil,
ABD’de dâhil tüm AB ülkelerinde dikkat çekiyor. Batı insanı
maddesel alanda büyük başarılar kazandı, madde ve teknoloji
imparatorlukları kuruldu ama ruhsuz… Madde ve teknoloji
biricik amaç gibi sunularak, insanlar daha derin uykulara
daldıkları “işe yaramaz hedeflerde dolaştırıldı”.
Kendi iç varlığının zenginliklerinden habersiz olan dünya
beşeri; sömürmeyi uyanıklık/gelişmişlik/ çağdaşlık sanan çıkar
odakları tarafından yapılan empozisyonlarla sadece maddesel
değerleri ve zenginlikleri amaçladılar. Ama ruhsal varlıklar
olarak asıl hedefleri bu değildi, kendini bilme cehti içinde
idraklenip şuurlanmaktı. O nedenle de özellikle batı
toplumlarının içsel bunalımında sürekli bir artış var. Ve bu
bunalım ruhsal değerler ön plana geçmeden de değişecek gibi
görünmüyor maalesef…
Başka
bir araştırmacı Leslie FABER, günümüz beşerinin “irade
dağınıklığı”
ndan, Wilhelm Reich “makine gibi yaşamak” tan,
Eric Erickson “toplulukların
sürüleşmesi” nden söz etmekte ve meslektaşlarını
bir şeyler yapmaya çağırmakta…(5)
Batı kültür ortamında tüm şiddetiyle ortaya çıkmış
bulunan bu hazin manzaranın ülkemizde o kadar dehşet verici
olmadığını gönül rahatlığıyla söyleyebiliriz. Fakat hemen
eklemek gerekir ki, özellikle büyük şehirlerimizde aynı yönde
bir yozlaşmanın yaşanmakta olduğuna dair ciddi işaretler her
gün artmakta. Kendini bilmezlikten ve nefsin heva ve hevesi
yönünde yanlış adreslerde dolaşmaktan kaynaklanan bir boşluk
ve gayesizlik içinde bulunanlar arasında sarhoşluk verici ve
uyuşturucu maddelerin kullanımındaki hızlı artış haberlerini
duymamazlıktan gelmek olası mı? İnanç, ahlak ve kültür
açısından yani içsel değerlerin filizlenmesine yönelik düzenli
bir eğitimden mahrum kalmış birçok genç insanımız,
sosyo-ekonomik bazı etmenlerinde araya girmesiyle; önce
kendilerine, sonra aile ve yakın çevrelerine, daha sonra da
tüm topluma yabancılaşarak, kolayca aldatılarak yıkıcı
amaçlara ve kötü emellere alet edilmesine hazır hale geliyor.
Bu günkü genel görünümü oluşturan, geçmişten beri sahip
olduğumuz, eğitilmemiş nefsaniyetten kaynaklanan arzularımızın
perişan manzarasıdır. Meğer kendini bilmemek ne kötüymüş ve
kendini bilmek insan onuruna ne kadar yaraşır bir meziyetmiş…"Geç
anladım taşın sert olduğunu… Ateş yakar, su boğarmış..."
Birey Kendisine Baktıkça İnsan
kendisine baktıkça çevresini, çevresine baktıkça da kendisini
daha iyi tanımaya başlıyor ama önce kendine bakmak koşuluyla.
Bilimin ve felsefenin işlevlerinden biri buydu:
“…bireyin
kendini bilmesine yardımcı olmak.”- Prof.
Dr. Mehmet S. Aydın (İslamın Evrenselliği, Baskı 3, Sayfa
142). Felsefe bir bakıma bu işlevini yerine getirdi ama
bilim(maddeci zihniyetin elinde) bu işlevini yerine
getiremedi. Yüce Yunus, kendini ve insanı iyice bildiği için
bu güne de ışık tutacak şekilde uyarısını yapmıştı.
“İlim
ilim bilmektir İlim
kendin bilmektir Sen
kendini bilme isen Ya
nice okumaktır! … ”
Yunus
Emre böyle der de, Celaleddin Rumi durur mu? O da, kendini
bilmezin zararının kendisiyle sınırlı olmadığını, çevresini de
olumsuz yönde etkilediğini bakın nasıl ifade etmiş:
“Edepsizin
kötülüğü yalnız kendisine değildir; belki tüm dünyaya karşılık
ve ateş verir.”
Buradaki “edepsizlik”, kendini bilmemekten
kaynaklanan adap ve edep özürlü kişinin kusurlu ve içsel
gelişim açısından olumsuz hal ve tavırlarıdır. C. Rumi’nin
konuyla ilgili ve sanki yukarıdaki dizelerinin devamı gibi bir
öğüdü de var:
“Hakk’ın bize edep ihsan etmesini isteyelim. Çünkü terbiyeden
noksan olan O’nun lütfuna layık değildir.”
Burada
da “terbiyeden noksan olmayı”, kendini bilmemek, adap ve edep
özrü olarak alabiliriz. O’nun lütfuna(hidayetine)
layık olmak için, kendini bilme cehti içinde; arınmak, kalbi
temizlemek ve O’nun nurunun kalpte tecelli etmesini
sağlamaktır. Biraz daha Neo Spiritüalist bir ifadeyle; iç
zemini daha süptil tesirlerin enkarnasyonuna hazır hale
getirmek anlamını taşır… Bunların hepsi aynı şey ve hepsinin
çaresi de kendini bilme cehti ve duyarlılığı içinde
idraklenmek ve şuurlanmakta saklı. İşte bu anlamda “edeplenme
konusunda” karşılaşacağımız zorluklara karşı dayanma
gücü için kendimizi eğitmek gayreti içinde olmak ve bu gücü
bulmayı dilemek gerek. Buradaki “edeplenme”
uygulamasının hedefi elbette ki nefsaniyetimizi oluşturan
sahte benliklerimizdir; yani, nefsin çeşitli veçheleri… Zaten
genel anlamda kendini tanımanın hedefi de bu sahte
benliklerimizdir, yani asıl biz olmayan bizleri tanımak,
onların maskelerini indirmek, nerelerde ortaya çıktığını
şuurlu bir şekilde gözlemek ve daha sonra da eğitmeye
çalışmak. İşte bu “sahte benlikler” simgesel anlamda
kendi nefsimizi oluşturuyor. Kendini bilmez uyurgezer birey
çok büyük ölçüde nefsinin egemenliği altındadır. Yani, ruh
varlığı olarak asıl kendisi bedenini yönetemez, asıl
enkarnasyon amacını gerçekleştiremez durumdadır. Gurdjieff ‘in
benzetmesiyle, "evin efendisi
eve giremez ya da bir köşeye çekilmiş, evi de hizmetkârlar
tarafından zapt edilmiş"
durumdadır. Bu tip bireye “uyurgezer“ denmesinin
nedeni de bundandır; bedenine egemenliği kalmamıştır ve o
uyanıkken de uyur durumdadır. M. Celaleddin Rumi bu durumu
şöyle anlatıyor:
“Gafil uyanık iken uykudadır. Onda
uyanıklık daha çok uykudur. O can
ki Hakk ile uyanık değilse, Onda
uyanıklığın eseri olmaz. Gafil
odur ki her hayale bağlanır, Arzularının dedikodusunu eder. Uykusunda şeytanı peri zanneder, Açgözlülükle onun sevdasını çeker.”
Bu
dizelerde hitabın hedefi durumunda olan “gafil”,
kendini bilmez uyurgezerdir. Kendini bilmez esasen, gündüzün
ayakta da uykudadır. Burada “uykuda olmak”
gafleti kendini bilmezliğin simgesidir. Bir de “kurnazlık”
anlamında uyanık ise, kendini bilmezliğin cürmü içindedir.
Aklınca başka uyurgezerleri kandırarak kurnazlık ile rant
sağlamaktadır. Oysaki kimsenin kimseyi kandıramayacağından
habersizdir/gafildir(Kur’an-Bakara 9). Herkes ne yaparsa
kendine yapar; uyurgezer kendini bilmez gafil, sözde
uyanıklıkla ve elbette ki nefsinin güdümünde sergilediği
aldatmacalarla negatif karmik yükünü artırmaktadır. Ama bundan
haberi yoktur. Çünkü Kur’ansal ifadeyle sadece gözleri kör ve
kulakları sağır değil, kalbi de hastalıklıdır(Kur’an, Bakara 7
+ 10 + 18).
Kendini tanımayan ve içsel değerlerinin şuurunda olmayan kişi,
nefsinin heva ve hevesi yani iğvası-aldatması yönünde M.
Celadeddin Rumi’nin ifadesiyle “her hayale bağlanır”
çünkü sahte benliklerinin güdümündedir, zihni ise “arzularının
dedikodusu” ile sürekli meşguldür. Böyle bir aldanmışlık
içinde gafil birey, elbette ki “uykusunda şeytanı peri
zannetmek” ten de geri kalamaz. Yani nefsi onu, gece
uykusunda da kandırmayı ve böylece kendisine iyice bağlamayı
sürdürür durur.
|