“ Kendini
Bilmek, insanın kendisi hakkında her yönüyle sorgulama
yapmasıdır. Sorgulama yapmak, kendini arayan keşfetme yolunda
çabalayan varlık için ayna vazifesi görmektedir. Kendimizi
sorgulamak objektif bakış açısıyla kendimizi karşımıza alarak
noksan taraflarımızı tespit etmeye gayret sarfetmek, kendini
tanıma ve bilme çalışmalarında çok faydalı ve tekamül ettirici
bir etkendir. Kendini
sorgularken ve yeniden yapılarken suçlayıcı hırpalayıcı
olmamak gerek ki azami fayda elde edilsin. Suçlayıcı olmak
yarar yerine zarar getirir ve pek yararı görülmemiştir. Önemli
olan nokta, kendi noksan taraflarımızın tespiti ve bunların
gelişme yolunda düzeltilmeye çalışılmasıdır.
Olaylar
arasındaki bağı görmeye çalışmak karşılaştığımız olayların
dilini anlamaya yardımcı olmaktadır. Karşılaştığımız olaylar
da kendimizi daha iyi tanımamız için birer aracıdır. Olayların
dilini anlamaya çalışmak gelişmek için önemli bir mihenk
taşıdır. Evrensel
gelişim yolunda ilerlemek isteyenler ‘Kendini Bilme’
çalışmalarına önem vermelidirler”
“Kendini bilmek” neden çok önemlidir? Bu
önemi daha iyi anlamak için neler yapmalıyız? Kadim
inisiyasyonlarda, tasavvufta, dinde, tarikatlarda, felsefede
ve ruhçulukta kendini bilme konusu nasıl ele alınmıştır? Üst
satırlarda belirtilmeye çalışılan evrensel gelişim yollarının
açılması ve tekamül etmek ne anlama gelir? Bu yazı dizimizde,
kendini bilmek ve daha iyi tanımakla ilgili Astroset'e sorulan
özel soruları da yanıtlamış olmak için ağırlıklı olarak “kendini
bilmek” in çeşitli ekollerde ne olduğundan,
nasılından, öneminden söz edeceğiz.
Yukarıda adı geçen konularda kendini bilmenin nasıl ele
alındığından önce, varlıksal yapımız bakımından “kendini
bilmek” ten ne kastediyoruz, bu konuyu bir
irdeleyelim. “Ne yani, kendimizi bilmiyor muyuz? İşte,
belli bir kimliğimiz, doğum tarihimiz/yerimiz, anamız-babamız
belli…” şeklinde düşünenler, bu kavramla ilk kez
karşılaşmış olanlar olabilir. Böyle düşünen ziyaretçilerimiz
varsa, onları rahatlatmak için, varlıksal yapımız açısından “kendini
bilmek” derken ne kastediyoruz, önce bunu kısaca
ortaya koyalım:
Varlıksal Yapımız
İnsan sadece bedensel ben olarak bile küçük bir evren(mikro
kozmos). Bedeni ruhuyla bir bütünlük içinde evrensel yasalara
göre çalışıyor, kendine göre bir hiyerarşisi var. Vücudumuz,
sanki kozmosun minyatür bir kopyası… Bir tek hücreyi
mercek/mikroskop altına aldığımız zaman bile; onun içindeki
etkinliklerle toplumsal düzen arasında benzerlik var. Bu
nedenle, dıştaki kozmos’a (makro kozmos’a) açılmadan, önce bu
mikro kozmos’u anlamaya/tanımaya çalışmak önemli. Kendini
tanıma/ bilme konusunda, içten dışa doğru bir açılımla,
bilgiyi aktarmakta yarar görüyoruz. İnsanlık tarihinin gelişim
süreci içinde de tüm ruhsal eğitim merkezlerinde hep aynı
yöntem uygulanmış ilk sırada kendini bilmek yer almış… Kendini
Bilme çalışma yapılmadan ruhsal bir yolda ilerlemek mümkün
değil, kadim inisiyeler ve ruhsal yolcular bu büyük Hakikati
binlerce yıl önceden fark etmişler ve uygulamaya koymuşlar…
Şu halimizle beşer kimliğinde olan bizler sadece fiziksel
biyolojik bir yapı değiliz; fizik ötesi, biyoloji ötesi bir
yanımızda var ve asıl kendimizde bu fizik ötesi yapı zaten.
Biyolojik bir yanımız/yapımız varsa; bu, asıl kendimizden(öz
kendimizden) dolayı var. Yani bizler enkarne (doğmuş) durumda ruh varlıklarıyız. “İnsanın yapısı, ruh +
bedenden ibarettir.” demek çok yanlış sayılmaz ama
bu birliktelik toplama işlemi gibi değil, entegrasyon
şeklindedir; bu ikisinin bütünleşmesi söz konusudur. Enkarne
varlık, ruh ve bedenden ibarettir ama o, ne ruhtur, ne de
beden… Beden olarak öz kendimizden hem ayrıyız, hem de
beraberiz(1). Beden ve ruh,
titreşimleri farklı iki enerjetik yapı. Beden, ruhtan dolayı
var ve ruhun tesirlilik alanı içinde dünyasal/beşeri
etkinliğini bir ömür boyu sürdürüyor. Ruhun
tesirlilik(müessiriyet) alanı dışına çıkınca da ölüm denen
olay gerçekleşir(2). Ölüm denen
geçiş ile zaten dünyaya ait olan biyolojik yapı dünyada
kalır,toprak olur gider ama asıl kendimiz olan ruh varlığı var
oluşunu sürdürür ve gerekirse tekrar doğar yeni bir dünya
bedenine enkarne olur.
Beden içinde ruhsal yaşam sürdürmek Görülüyor
ki, asıl kendimiz(öz kendimiz) şu dış görünüşümüz yani
geçici/fani biyolojik yapı değil. İşte kendini bilme
çerçevesinde önce kabul edilecek olan gerçek budur: Şu görünen
fizik yapı asıl ben değilim.(“Bir
ben var bende benden içeri…"-Yunus Emre) Asıl yapının fark edilmesi ve bu
farkındalığın uygulama ile yaşama geçirilmesidir esas olan.
Buna “Beden içinde ruhsal hayat
yaşamak” dendiğini de biliyoruz. Esasen, hayatın amacı
da budur, bu hale gelmektir ve her şey buna araç… İsterseniz
buna, “Beşerlikten kurtulup,
insanlaşmak…” ya da
“yeni insan olmak, insan-ı
kâmil olmak…” ne
derseniz deyin. Giriş paragrafımızda sıraladığımız öğretilerin
hedefi de bundan başkası değildir ve bu hedefin inisiyatik adı
“kendini bilmek” tir. Aslında bu kadarı bile “kendini
bilmenin önemi” ni anlatmaya yeterli ama biz bununla
yetinmeyip, konuyu irdelemeyi sürdüreceğiz.
Tasavvufta Kendini Bilmek
Yukarıda adı geçen öğretilerden özellikle Sufizm’de
kullanılmış olan “terk” ve “fen’
a” kavramları; maddesel varlıktan sıyrılıp, Hakk’a ulaşmak
yani olgun bir insan olarak evrensel yasaları dünya hayatı
içinde yaşarken de layıkıyla uygulamak anlamında sözcüklerdir.
Yani bu da bir bakıma “beden içinde ruhsal yaşam sürmek”
ten çok farklı bir durum değil; bedenlisiniz ama sanki tamamen
öz kendiniz, asıl kendiniz olarak yaşıyorsunuz, tamamen
değilse bile büyük ölçüde insanlaşmış, gerçek anlamda
özgürleşmişsiniz… Dinlerin de, felsefenin de, yaşamın da
tekrar tekrar doğuşların da hedefi bu değil miydi? Bu da
kendini tanımak ve bilmekle olası…
Konu hakkında yeterli bilgisi olmayanlar, hatta üstün körü
incelemiş
olanlar bu “terk” kavramını genellikle yanlış
anlarlar. Bu “terk”; evi-barkı, çoluğu-çocuğu
bırakıp dağa çıkmak, inzivaya çekilmek değildir. Dağ
başında, bir orman içinde evliya olmak kolaydır… Gerçek sufinin yolu, toplumun ve insanların uzağında; sükûn ve
yalnızlıktan değil, insan kalabalıklarının ortasından, yaşamın
çileli ve dikenli yollarından geçer. Esas olan ve erdirici
olan tutum; iç dünyasıyla Evrensel Yasalar’a bağlı olduğu
halde, beden ve fiilleriyle iletişim ve etkileşim halinde
halkla beraber olmaktır. Hz. Muhammed hadislerinden birinde bu
durumu şöyle ifadelendirmiş: “İnsanlar içine karışıp,
onların zahmet ve sıkıntılarına göğüs geren mü’min; insanlar
içine karışmayıp, ıstırap ve sıkıntılardan uzak kalan
mü’minden daha hayırlıdır.”
Yaşamı, uzaktan seyretmek
yerine; kendini tanıma cehti içinde, toplumun aktif bir unsuru
olarak onun içine dalan sufi, olgunlaşma/törpülenme/neftsen
arınma devresi olan fen’a ve halvet devrelerini mürşidinin
gözetiminde sürdürür. Buradaki “terk”; nefsin
sahte benliklerinin eğitilmesi; duyguların, duygusallıkların
kontrolüyle, bağımlılıklardan, tutkulardan ve özdeşleşmelerden
kurtulmaktır. Hz. Muhammed’in ifadesiyle
“Nefs
şeytanının Müslüman edilmesi” dir ki bu da toplum
içinde sağlıklı beşeri ilişkiler kurmaya çalışarak kendini
tanıma cehti ile olasıdır.
“Terk” kavramının
daha iyi anlaşılması için, ona “züht” açısından
yaklaşmak da olasıdır: Züht yanlış bilinen şekliyle “yoksulluk”
demek değildir. Çünkü “züht” bir şeye sahip
olmanın terki değil, “dünyaya rağbet ve hırsın terki”
dir. Burada esas ve önemli olan, bireyin bir şeylere sahip
olması değil, şeylerin yani eşyanın bireye sahip olmamasıdır.
Ne yoksullar vardır ki, benliklerini yakan mal ve servet hırsı
ile maddesel değerlerle özdeşleşmişlikleri normal bir insandan
kat kat fazladır ve bu hal kalplerinde Hakk’a zerre kadar yer
bırakmamıştır. İşte bu anlamdaki züht’ün en ileri aşamasında,
yasaları uygulamak dışındaki şeylere değer vermemek anlatılmak
istenmiş ve Sufiler buna “terk” demiştir.
Kendini Bilmekte terk ve fen’a kavramı
Fen’a kavramına gelince; “Sonun başlangıca dönüşü”;
başka bir deyişle, “beden
kafesinden, ilahi varlığa ulaşmak” anlamındaki bu sözcük Tasavvuf’ta Cüneyd
el-Bağdadi tarafından “seyr-i süluk” ile
başlangıç noktasına yani “asli yurda”
dönüş olarak ifade edilmiştir(3).
“Sufi fen’a mertebesine ulaşmakla son noktaya gelmiş ve işi
bitmiş değildir; en büyük görevin, en büyük kapının eşiğine
gelmiş olur ki bu kapıya gelme konusu sufizmde hayli önemli
bir yer tutmuştur. Çok zor açılan ve gerçek uygulama isteyen
bu kapıya bazı Sufiler ‘Doğu Kapısı’ adını da vermişlerdir ki
bu kavrama ezoterik tradisyonun çeşitli öğretilerinde de sık
rastlanmaktadır. Fenafillâh’tan sonra, varlığın; olayların
içine dalmak ve yasaları tanıyan, uygulayan bir Hakk kulu
sıfatıyla eşya ve olayları daha şuurlu bir şekilde tanımak,
onun biricik meşgalesi olacaktır. Beşeri ilişki ve iletişimden
ayrılıp, uzlete çekilmekle başlayan süluk, yedi aşamadan
geçtikten sonra, ‘nefs-i kâmile’ mertebesine ulaşır. Sufi bu
mertebede; ayrıldığı topluma dönerek, onlara hizmete
başlayacaktır.”- (Yaşar N. Öztürk-Kur’an ve Sünnete
göre Tasavvuf, Baskı 5, Sayfa 40)(4). Bu yazı dizimizin teması olan “Kendini Bilmenin Önemi”
kapsamında Tasavvufta “terk” ve “fen’a” kavramlarına bu
şekilde kısaca değindikten sonra tekrar konumuza dönelim.
Kendini bilme kapsamındaki uygulamaların yapıldığı
öğretilerden biri olan zaman içinde yozlaşmamış olan tarikler
yani yollar vardır. Bu ruhsal öğreti yolları, ilk çıktığı
zamanlarda, dinsel şeriatın inisiyatik aşaması olarak kabul
edilirdi. Özellikle İşrakiye’de orijinal haliyle tasavvufi
uygulamalar yapılırdı… İşrakiye görüşlerini Eflatun’un
öğretisi üzerine kurmuş felsefi ve tasavvufi bir ekoldü. İşrak
felsefesi(5) aynı zamanda,
İran’ın kadim dinlerinden olan Zerdüştlükten de etkilenmiştir.
Bu yüzden bu ekol üyelerine “İran
Eflatunileri” de demek adet olmuştur.
Yukarıdaki ve dipnot 5’teki açıklamalara ek olarak, “işrak”
sözcüğünün mecazi anlamı; “idrak olunan saf nurların
kaynağı” dır. Burada “saf nurlar” ın
yani, “bilginin süptil titreşimlerinin” idrak
edilmesi de yine kendini tanıma cehtinin sürekli kılınmasıyla
olasıdır. İşrakiye Ekolü’nde Eflatun’un öğretisini özellikle
de “idealar” ı en
derinden inceleyen ünlü isimlerden biri Şihab, Al-Din
Al-Suhravardi’dir(ölümü 1191)(6).
Tanrı’yı Hissetmek Tanrı’nın
var olduğunu bilmek de kendini bilmekle olası. Burada “Tanrı’yı
bilmek”den kasıt, O’nu sezmek ve hissetmektir. Tanrıyı
sözcüğün tam anlamıyla bilmek, öğretmek, öğrenmek elbette ki
biz varedilmiş için olası değildir. Ama kendini bilme cehti
içinde idraklenip şuurlandıkça O’nun yüceliği, sonsuzluğu,
sınırsızlığı, ezeli ve ebedi oluşu, her şeyde var oluşu,
bizlere “şah damarımızdan da yakın” oluşu söze
gelmez bir huşu ve coşku hali içinde sezinlenebilir. Bize “şah
damarımızdan yakın” (7)olmasına
karşın O’na giden tekâmül yolu da sonsuzdur. Birkaç paragraf
önce konu akışımıza dâhil ettiğimiz tasavvuftaki “sulük”,
kendi içinden Tanrı’ya giden yol demektir. Kur’an’da bu bilgi,
“... Şah damarından da yakın…” olarak ifade
bulmuştur. İdraklenmek, şuurlanmak, kısacası “insanlaşmak”,
Kamil insan olmak söz konusu olduğunda; sadece inisiyatik
öğretiler tarafından değil, dinsel öğreti tarafından da hep
bireyin içi (ruhsal yönü), yani kendini bilmesi ve tanıması
işaret edilmiştir. Yüce Yunus, “Dost’un evi
gönüllerdedir.” dememiş miydi? Hz. Muhammed, “Kendi
nefsini bilen, Rabb’ini bilir.” dememiş miydi?
İşte tüm bu aktardığımız ifadelerde ve benzeri daha
birçoğunda “süluk” kavramında anlamını bulan
“kendi içinden Tanrı’ya giden yol” yankılanmaktadır. Tanrı’ın
bize şah damarımızdan da yakın olduğunun hissedilmesi, kalbin
“Hakk’ın evi” haline getirilmesi, hatta büyük inisiyelerden
Kırişna’nın ifadesiyle “içimizdeki Tanrı’nın
hissedilmesi” ancak bireyin kendisini tanıma ve bilme
cehti içinde olmasıyla olasıdır. Bunlardan dolayı da, konumuz
olan “kendini bilmenin önemi” ortadadır.
|
DİPNOTLAR
(1) Kuantum
Fizikteki “hem hem mantığı” Ayrıntılı bilgi ve fiziksel
açıklama için bkz. KUANTUM BİLGELİĞİ, Doç. Dr. Haluk Berkmen. (2)
Ölüm
konusunda ayrıntılı bilgi: www. astroset. com’da
bulunabilir(“Ölmek Yaşamaktır…” dizisi). (3)
KUŞADALI
İBRAHİM HALVETİ, Yaşar N. ÖZTÜRK(Baskı 3, Sayfa 93). (4)
Süluk
sırasında, kendini tanıma/bilme çerçevesinde gerçekleşen
arınmanın ayrıntıları konusunda bkz. KUR’AN VE SÜNNETE GÖRE
TASAVVUF, Yaşar N. ÖZTÜRK. (5)
İŞRAK: Keşf,
zuhur, ilham. Güneşin doğması(işrak), nasıl eşyanın
görünmesini mümkün kılıyorsa; manevi bir keşf, ilham ya da
sezgi olan “işrak” ile de kişi birçok marifeti ve bilgiyi elde
edebilir. Ancak bunun için kendini tanıma çerçevesinde
idraklenme cehti sergilemek gerek. (6)
İdealar
konusunda ayrıntılı bilgi için bkz. ENNEADLAR, Ruh ve Madde
Yayınları. (7)
Kur’an: Kaf
16, Bakara 186, Mücadile 7, Zümer 44, Nisa 108.
Yararlanılan Eserler
- KUR’AN - DUYGUSAL ZEKÂ, Daniel
GOLEMAN, Varlık Yayınları - KİNDİ, Prof. Dr. Mahmut KAY
- TİBET’in YAŞAM/ÖLÜM KİTABI,
Sogyar RINPOCHE - DUYGULARIN DİLİ, Prof. Dr.
Nevzat TARHAN, Timaş Yayıncılık - İSLAM FELSEFESİ, Prof. Dr.
Necip TAYLAN - İSLAMIN EVRENSELLİĞİ, Prof.
Dr. Mehmet AYDIN - BOSNALI MUHAMMED, Prof. Dr.
Yaşar N. ÖZTÜRK - KUŞADALI İBRAHİM HALVETİ,
Prof. Dr. Yaşar N. ÖZTÜRK - 400 SORUDA İSLAM, Prof. Dr.
Yaşar N. ÖZTÜRK - KUR’AN’A GÖRE TASAVVUF, Prof.
Dr. Yaşar N. ÖZTÜRK - DİN VE FITRAT, Prof. Dr.
Yaşar N. ÖZTÜRK - İSLAMI ANLAMAYA DOĞRU, Prof.
Dr. Yaşar N. ÖZTÜRK
|