Bunca teknolojik gelişmeye rağmen, genel kitle olarak dünya
insanlık ailesi olması gereken yerde midir ? Günümüz
beşeriyetinin, gerçek anlamda, insan haklarından, insani
değerlerden, demokrasi vb. gibi kavramlardan samimiyetle söz
edebilmesi için önce bu anlamda “çağı yakalamak”
gerekmez mi? Şu hassas günlerde yaşanan karışıklıklara da
bakarak rahatlıkla diyebiliriz ki, genel beşeriyet olarak,
insanlaşma yönünde devre boyunca yapmadıklarımızı telafi
etmekle meşgulüz; kendini bilmezlikten kaynaklanan bu
telaş(devre sonu teşevvüşü) her yerde yaygın… Çünkü insanlaşma
yolunda ilerlerken ve devre boyunca tekrar tekrar doğarken en
önemli şeyi ihmal ettik; Kendini bilmek kavramı ile yeterince
ilgilenmedik.
Kendini
bilme titizliği içinde insanlaşmaya giden “dosdoğru yol”
olan sırat-ı müstakim üzerinde kalmaya çalışmak; bir bakıma,
hayatı “ibadet hali “içinde yaşamak olmaktadır.
Bilinen ibadet şekilleri buna hizmet etmiyorsa, nafiledir.
Aksi taktirde birey nefsin iğvalarına karşı zayıftır,
güçsüzdür. Nefsin saptırıcı ve azdırıcı etkisine karşı açık
ekran durumundadır. Ancak kendini tanıma cehti içinde
idraklenerek nefse karşı muhalefet gücü kazanılır.
Dünya
ortamı tümüyle bir sınav alanıdır, her şeyle varlıkla da,
yoklukla da sınanmaktayız. Burası iki kapılı handır, birinden
girer diğerinden çıkarsınız yani aslında hepimiz bu gezegene
gelmiş misafirleriz ve belli bir kalış süremiz var o da
öğrenmek ve gelişmek için geçirilecek bir süre. Bu sınavlar
güçlenmek içindir, yoksa eziyet olsun diye değil. Dünya
ortamını bizim için hazırlamış olan İlahi İrade düzeni böyle
kurmuş, bunun niteliklerini ve sınavda başarının yollarını da
bildirmiş. Bu başarı yöntemlerinin hepsinin ortak paydası ise
yine kendini bilmek… Yani her yolun Roma’ya çıkması gibi
ruhsal öğretilerdeki her yol da mutlaka kendini bilmek
sapağına geliyor ve orada kalıyor. Eğer kişi uygulama yapmazsa
istediği gibi hızla ilerleleyemiyor ve hayatın otomatik
sınavlarına tabi oluyor, sarsıcı hayat olaylarıyla eğitim
almaya çalışıyor oysa otomatik olmayı aşarsa, kendisi de
gayret ettiği için pek çok şey hızlanabilir ve hayatında arzu
ettiği değişimleri gerçekleştirilebilir, kişisel gayret ruhsal
öğretilerde hatta tüm şifa yöntemlerinde de çok önemlidir.
Tekâmülde gerilemek söz konusu değildir, çünkü evrensel
tekâmül kervanı hiç durmadan ilerliyor. Her şey değişip,
dönüşüp değer kazanıyor. Bunun önünde durmak olası değil, o
halde yapılacak şey; idraklenme cehti içinde şuurlanmaktır. Bu
da kendini tanıma ve bilme titizliği içinde yaşamaktır. İşte
bu potansiyeli ortaya çıkarmak ve bu konuda bireye yardımcı
olmak tüm gerçek inisiyasyonların ve Kutsal Vahy’in hedefi
olmuştur. Söz konusu potansiyeli bedende tezahür ettirme
titizliği içinde yaşamak zaten, konumuz olan kendini bilmenin
gereğidir. İnsanın potansiyel yüceliğinin gereği olarak ona
göksel bir “emanet” de teslim edilmesi söz
konusudur(1).
Bu haliyle ruh varlığı olarak insan, meleklerden de üstün bir
geleceğe sahiptir. İlahi Muradın gereği olan bu durumdan
kurtuluş söz konusu olamayacağına göre, Kendini bilme
çerçevesinde idraklenip şuurlanmaktan başka bir şansımız yok
gibi görünüyor. Şimdi ruhun enkarnasyonları olarak maddenin
derinliklerindeyiz (Kur’an ifadesiyle, “…aşağıların en
aşağısındayız…”- ama yaratılış olarak “…gerçekten
en güzel biçimde yaratılmış” durumdayız. İşte bütün
uğraşımız evrensel ve kozmik işimiz bu “güzellik” i bedende,
maddenin bu derinliklerinde tezahür ettirmek…
İnsanın
Hakikati Enkarne
varlığın “kendini tanıması” nın hedefi,
kendisinin gerçek doğasını, “insanın tüm hakikatini”
tanımak değilse bile en azından bu yüceliği ve onun
arkasındaki sonsuzlukları sezinlemektir. Kendini tanıma cehti
içinde şuurlanmanın sonucu giderek belirginleşenve bazılarına
“Enel Hak!” da dedirten şey, “insanın
kendi hakikatini anlaması” dır. Bu da; kendini bilme,
“asl’a yönelme” cehti kapsamında başarılacak
erdemli/bilge kişilere özgü bir durumdur. Böyle bir başarıdan
sonra, kalpleri Tanrı’ın nazargahı haline gelen ve sonsuzu
hissedebilen idrak sahiplerine ne mutlu…Tanrı’ın nazargahı
haline gelen kalp; zaten artık kalp değil, gönüldür. Daha
teknik ifadesiyle, fizik âlemin yatay etkisini, maddesel ve
beşeri cazibeyi en aza indirmekle kazanılan “kalp
temizliği”(kalp çakrasının açılması) beraberinde o
gönül ehline daha süptil gelişim olanaklarını da (“nimetler”i
de) sunacaktır. Bu da büyük ölçüde bilgelik/erdemlilik
gerektiren ve elbette ki kendini bilen kişilere özgü, taklit
edilmeye değer bir gelişmedir, değişimdir. Belki hepsinden de
önemlisi, “Kendini Bil” İlahi Empozisyonu’nun,
varlığın özüne yaratılışıyla birlikte zerk edilmiş olmasıdır:
“Kendini bil, Rabbini bil,
tekâmül et”(2).
Örneğin,
Büyük İnisiyelerden Krişna, Arjuna ile olan dialogunun bir
yerinde şunları söylemişti: “Sende,
tanımadığın ve bilmediğin yüce bir dost vardır. Çünkü Tanrı
her insanın içindedir. Ama pek azı onu bulmayı başarır. Kişi
kusursuzluğa, arzularının ve fiillerinin ürününü; her şeyin
ilkesine kaynaklık eden ve evreni oluşturan varlığa feda
ettiği takdirde ulaşır. Çünkü mutluluğunu, sevincini ve nurunu
kendinde bulan kişi, Tanrı’ya kavuşmuş olur. "
Görüldüğü gibi büyük inisiyelerden Krişna da, Tanrı’ya yani
yasaların uygulanışına, ilke ve prensinyere uygun bir hayat
şekline gidişin, bireyin içinden doğru olduğunu veciz bir
şekilde belirtiyor. Bu yola girişin olmazsa olmaz çalışması da
yine kendini tanıma çalışması…
Tibet Budizmi’nin
Kendini Tanıma konusuna yaklaşımı da oldukça kayda değer.
“Budist”
sözcüğünün Tibet dilindeki karşılığının “nangpa”
olması ilginçtir. Çünkü “nangpa” sözcüğü konunun
tam omurgasına değiniyor:
iç yüzünü bilen kimse…
Kendini bilmek, iç yüzünü bilmenin belki daha açık seçik
ifadesi… Yani Budist (nangpa), gerçeği dışarıda değil, zihnin
doğası içinde arayan kişidir. Ancak, zihnin doğası içinde
gerçeği aramadan önce, zihnin gevezeliğinin giderilmesi ve
onun sakinleştirilmesi gerekir ki bu da ayrı bir makale konusu
kapsayacak kadar geniştir. Tibet Budizm’indeki “nangpa”
sözcüğünde anlamını bulan “içimize bakmak”,
büyük incelik ve biraz da cesaret gerektiren kendini tanıma
kapsamında bir çalışmadır. Kendini tanıma kapsamında zihin’e
yönelik böyle bir çalışma, yaşama ve kendimize bakışımızda tam
anlamıyla bir değişiklik yapmak demektir(3).
Dışa ve kendimizde dâhil dış görünüşlere bakmaya o kadar
alışmışız ki; kendi iç varlığımıza ulaşmak şöyle dursun, ona
yönelme yetimizi bile neredeyse yitirmiş durumdayız. İç zemine
bir göz atmaya ödümüz kopuyor, çünkü kültürümüz ve genel
beşeri öğretim içeride ne bulacağımıza dair bize hiçbir fikir
vermiyor. Dahası, böyle bir şey yapmak bir yana bunu düşünmek
bile bazılarınca delilik olarak yorumlanıyor. Bireyin fizik
ötesi yanıyla ilgilenmesine kuşkuyla bakılıyor, yadırganıyor,
günlük ifadesiyle “kafayı üşütmek” şeklinde
yorumlanıyor. Bunun aksine hep dış görünüşe prim ödeniyor,
insan reklam ve moda sektörüyle, dışa yönelik yapay
ihtiyaçlarla koşullandırılarak, sürekli bir empozisyon altında
tutuluyor ve uykunun derinleştirilmesi isteniyor. En az dış
ile ilgilendiğimiz kadar içsel zeminimizle ilgilensek, kendini
tanımaya doğru yüzümüzü dönmüş oluruz. Görüldüğü gibi kendini
tanımanın önündeki en büyük engel, yine bireyin kendisidir. Bu
nedenle zihnin doğasını araştırmak, onu nefsin hegemonyasından
kurtarmak çok önemlidir.
Birey
önce kendi nefsinin zulmünden kendini kurtarmalıdır.
Eğitilmemiş kaba nefs, ehlileştirilmeden kullanılamayacak bir
vahşi at gibidir; bu nedenle Sufiler, uyurgezer bireyin kaba
nefsi için köpek anlamına gelen “kelp” sözcüğünü
kullanmışlardır. Kısacası, bazıları için zihnin doğasını
araştırma adına içe yönelmek onlar için cesaret edilebilecek
en son şeydir ama bazıları içinde hiç de zor olmayan ve
mutlaka yapılması gereken en önemli şeydir.
Bizi
Kendimizden Ayıran Uçurum Kendini
bilmeyen birey için inkâr edecek derecede aslına/ özüne
yabancı olması ve bu yabancılıkla “beden
olarak yaşaması”son derece doğaldır. Enkarne yani yeryüzüne
doğum yoluyla gelmiş bir varlığın, asıl kendine yabancı, ondan
bihaber olarak yaşaması; sadece yaşama karşı yabancılık değil
ölüme ve ölüm ötesine de yabancılıktır. Böyle doğup böyle
ölenler, verimsiz beşeri bir yaşam geçirdikleri gibi ölüm
denen geçiş sırasında ve sonrasında da şaşkınlık dönemleri
uzun olur(4).
Birey kendisinin gerçek doğasıyla ilgili zihinsel bir içeriğe
sahip olamaz ise, ölüm ve ötesini yokluk ya da dipsiz uçurum
sanması son derece doğaldır. Bu konularda araştırmalarıyla
tanınmış Thomas Metren(THE WISDOM OF THE DESERT adlı eserinde)
şunları yazıyor: “Bizi
kendimizden ayıran uçurumu aşamadıktan sonra, ay’a yelken
açsak ne kazanırız ki? Bu, tüm keşfe yönelik gezilerin en
önemlisidir ve bu olmadan geri kalan her şey; sadece yararsız
değil, aynı zamanda tehlikelidir de… Bu kendini bilmezlik
içinde, birbirimizi öldürmek amacıyla bombalar, uçaklar ve
füzeler için milyarlar harcıyoruz; buna karşılık insana yaşam
ve ölümün ve de bunların süjesi durumunda olan bireyin gerçek
doğasını anlatmada/anlamada yardım için çok az şey harcıyoruz.
Ne kadar korkutucu ve üzücü bir durum…”
İllüzyonel
Yanılgı Daha
önceki bölümlerde sözünü etmiştik, şimdi konuyu biraz daha
toparlayalım.
Enkarne varlığın, kendini tanıma cehti
içinde idraklenerek şuurlanmasının başka bir getirisi de
Tasavvuftaki adıyla “Vahdete gidişi”dir. Bu
anlayışın bugünkü dildeki karşılığı, yaşama ve varoluşa mümkün
olduğunca bütünsel ve küresel bakmaktır. Her şeyi
olabildiğince tek bir bütünün değişik yansımaları olarak
görmek fikri üzerinde belli bir şuur durumu yaratarak
çalışılırsa, bir süre sonra hiç olmazsa düşünce düzeyinde
derin şuuraltımıza böyle olumlu bir kayıt yapmış oluruz. Çok
şikayet ettiğimiz diğer insanlar ve olaylar da o Bütün’ün
tıpkı bizler gibi bir parçasıdır ve sözel anlamda değil gerçek
anlamda özde bir varoluşsal bir birlik ve kardeşlik vardır.
İstesek de istemesek de, beğensek de beğenmesek de bu
değiştirilebilecek bir gerçek değildir. En beğenmediğimiz
insanla bile özde aynı birden geliyoruz ama o henüz şuurlu
olmadığı için pek çok hata yapıyor, belli aşamalardan
geçtikten sonra herkes aynı Tanrı’nın çocuğu hatta onu
kendinde yansıtma olasılığı olan bir parçası olduğu için aynı
berraklığa ve temizliğe ulaşacaktır. Süreçler hakkında derin
bir bilgi sahibi olmadığımızdan boşu boşuna olan bitenle
kendimizi yıpratmak yerine, “kendimi
nasıl daha iyi tanırım, nasıl daha erdemli ve bilge bir insan
olmaya yaklaşırım ve bir örnek teşkil ederim” diye telaş
duymak özellikle bu dönem için çok daha sağlıklıdır.
Bulunduğumuz şu zaman-mekân kesitinde henüz olması gerektiği
kadar şuurlanmış durumda olmadığımız için, illüzyonel bir
yanılgının gereği olarak her şeyi çokluk ve çeşitlilik
(kesret) olarak algılıyoruz. Esasen Var Eden’in bilgisi
çokluk ve çeşitlilik olarak tezahür etmiştir ama her şey O’nun
bilgisinden tezahür etmiş olduğu için “özde birlik”
söz konusudur(5).
Ancak bu birlik (Vahdet) belli bir şuurlanmadan ve kendisi
üzerinde büyük bir hassasiyetle uzun süreler çalıştıktan sonra
fark edilir. Esas olan, kesretten Vahdete geçiştir. Yani “çokluk
ve çeşitlilik”teki “bir”liği
algılamaktır…
Buna “illüzyonel
yanılgıdan kurtulmak” da diyebilirsiniz. Kuşkusuz bu,
kendini tanıma cehti içinde, önce içsel birliği ve içsel
dengeyi oluşturduktan sonra ulaşılacak bir aşamadır. “Vahdete
geçiş” Sufilerin ifadesiyle “nefsin
körlenmesi/eğitimi çerçevesinde, eğitimsiz ve olumsuz
kuvvetlerin en aza indirilmesi”dir. Bunun Neo
Spiritüalizm terimleriyle ifadesi ise; dünyasal, maddesel,
beşeri ve toplumsal etkilerin üzerimizdeki baskısının ve hatta
iğvasının en aza indirilmesidir. Bu ancak nefse karşı
muhalefet gücü elde etmekle olasıdır ki, bunun da yolu da
insanın kendinden kendine giden bir yolculuk şeklindedir.
Kendinden kendine yolculuk edenler, kendini tanıma titizliği
içinde yaşamaya çalışırlar ve başlarına gelen olayların dilini
çözmeye çalışırlar yani o olayları basit bir rastlantı gibi
kabul etmez, bir eğitimin parçası gibi görerek anlamlı
yanıtlar vermeye çalışırlar. Günümüzde özellikle iş dünyasında
olanlar iyi bilirler her konuda bireysel gelişime ilgili
çeşitli seminerler hazırlanıyor, satış ve pazarlama teknikleri
doğu bilgelik yöntemleriyle öğretiliyor ve kişinin başarılı
olması için gayret ediliyor ama tek bir gerçek unutuluyor ki
asıl en büyük gelişim semineri, yaşamın ta kendisidir ve
içindeki olaylara özel bir eğitim gözüyle bakan kişi, gereksiz
dolgun ücretlerde de ödemekten kurtularak büyük bir sadelik
içinde yaşamla iç içe olarak ve sürekli okuyarak kendini çok
rahat geliştirebilir.
Yüzyıllardır Bilinen Gerçek Düşüşün bitip yükselişin ve uyanışın başlayacağı günler
yakında… Yeni bir insanlık anlayışının gelişmesi için tüm
dünyada hayli şaşırtıcı olaylar yaşanmakta. Kadim
inisiyasyonlarda Altın Çağ adı verilen bu döneme geçerken
kendini tanıma çalışmalarını layıkıyla yapan sade, özverili,
nazik, sevecen, alçakgönüllü, hoşgörülü, anlayan, sarıp
sarmalayan ve yardım etmekten sevinç duyan insanlara, ışık
gönüllülere gerek var. İnsanlıkta Altın Çağ’a geçişi, ışık
işçileri adı da verilen bu kişiler hızlandıracak. Kimbilir
belki şu anda bu satırları okuyan sizde bir ışık işçisisiniz
ama farkında değilsiniz. “Neden bu kadar huzursuzum, hiçbir
şey yetmiyor, haksızlıklar beni çok rahatsız ediyor” deyip
duruyor olabilirsiniz. İçsel çalışmalarınızı hızlandırarak
asıl kimliğinizi bulmanızı öneririz. Kişinin samimi her türlü
niyetine karşın akıllı ve şuurlu olan evren ona yanıt vermeye
hazırdır…
Yazımızın akışı içinde yer yer değinip geçtiğimiz sadece
İslam Tasavvufunda değil, kadim zamanların Hermetik ve Orfik
inisiyasyonlarında da, kültürel farklılıklara rağmen; esasta
gerçekleştirilmeye çalışılan uygulama, kendini bilmenin
gerekliliklerinden başka bir şey değildir. Kendini tanımaktan,
geliştirmekten büyük bir sevinç duyanlardan olmak dileğiyle… |