Tekrardoğuş
ve Tenasüh
İnsanların
dünyaya tekrar tekrar gidip gelmeleriyle ilgili kanaatler çok
eski zamanlardan beri vardır. Fakat bunlar değişik
devirlerde, anlayış farklılıkları yüzünden değişik
yorumlara uğramıştır. Bu çeşitli yorumlar tekrardoğuş
kavramıyla ilgili gerçeklerin zamanla kararmasına neden olmuş,
tekrardoğuş fikri böylece yön değiştirerek tenasüh anlayışına
dönüşmüştür. Tenasüh ile tekrardoğuş arasındaki fark
nedir?
Bu iki kavram arasında çok büyük ve esaslı farklar
vardır; o kadar ki, tenasüh ile tekrar doğuşun birleştiği
sadece bir tek nokta ayrı tutulursa, bunların her noktada
birbirinden ayrıldıkları söylenebilir. Bu tek nokta, ruhların
dünyaya tekrar tekrar gelip gitmeleridir. Fakat ruhların dünyaya
tekrar tekrar gelip gitmeleri fikrinin tek başına hiçbir değeri
yoktur. Eğer bu durum Sebep – Sonuç Yasası’nın dışında
ele alınırsa, anlamsız düşüncelere yol açar.
Dünyaya gelip gitmeler ancak Sebep – Sonuç Yasası
ile ortaya çıkan varlığın gelişim ihtiyacına araç olması
bakımından bir değer kazanabilir. Oysa ki tekrardoğuş
fikrini tenasüh fikrinden ayıran esaslı
nokta; birincisinde gelişim anlayışının bulunması,
ikincisinde ise bu anlayışın olmamasıdır. Tenasühte, varlığın
gelişmesi fikri yoktur. Daha doğrusu bu yol bizi herhangi bir
gelişim, dönüşüm, değer kazanma götürecek içerikte değildir.
Çünkü tenasüh, cezalandırma ve ödüllendirme anlayışı
üzerine kurulmuştur. Dahası, ödüllendirme ve cezalandırma
burada sanki idealleştirilmiş gibidir. Gerilik gereği olarak
beşerî varlıklar hemen hemen sürekli bir şekilde
fiillerinin ve hareketlerinin yaptırımlarını ararlar. Bu
durum yüksek İlliyet İlkesine nüfuz edememiş olmamızın doğal
bir sonucudur. Bir çocukta bunun iyi örneğini görmek olasıdır:
Çocuk bir eylemin gereklerini düşünmeye başlamazdan çok önce
onun arkasından gelecek ödülü / armağanı ya da cezayı düşünür.
İşte tıpkı bunun gibi, determinizmaya dayanan tekrardoğuş
olgusu da yerini, çocukluk döneminde bazı kimselerin elinde,
kuvvetini ödül ve cezalı fikirlerden almış bir tenasüh
inancına bırakmış oldu. Buradaki ödül ve ceza fikirleri
hakkında okuyucularına açık bir fikir verebilmek için Manu
Yasaları’nın 12. Kitabından bazı kısımları alıntılamak
istiyorum:
16- “Kötü işler yapmış enkarne varlıklar ölümden
sonra cehennem azâbına uğramak için bir beden edinirler.”
20- “Eğer ruh hemen hemen sürekli olarak faziletli yaşamış
ve nadiren günah işlemiş ise, cennetin lezzetlerini tatmak için
bir beden edinir.”
21- “Fakat eğer ruh, dünyada genellikle kötülük yapmış
ve nadiren iyilik işlemiş ise; ölümden sonra “Yama”
tarafından belirlenen işkenceleri çekmek üzere bir bedene
girer.”
Buraya kadar yazdığımız kısımlar sonlar ki dinlerin tümünde
etkilerini aşağı yukarı aynı şekillerde göstermiş kadîm
Hindistan’da geçerli dinsel inançların ahretteki cezaya karşılık
olan hükümlerinden birkaçını içermektedir. Bundan sonra
gene aynı kaynaktan alarak devam ettiğim kısımlar ise, aynı
düşüncenin tenâsühü doğuran cephesini gösterecektir:
40- “İyilik vasıflarıyla sınıflanmış ruhlar ilahi
bir doğa kazanırlar. İhtiyaçlarına egemen olan varlıklar
insan olurlar. Karanlıklara dalmış olanlar ise yeniden
hayvanlık hallerine gömülürler.”
55-“Bir Brahman’ı öldüren kimse cinayetin ağırlığına
göre; bir köpek, bir yaban domuzu, bir eşek, bir deve, bir boğa,
bir teke binek hayvanlarından biri, bir kuş vb. olarak yeniden
doğar.”
56- “İspirtolu içkiler içen bir Brahman; bir kurt, bir
çekirge, pisliklerle beslenen bir kuş ya da vahşi bir hayvan
şeklinde tekrar dünyaya gelir.”
57- “Altın çalan bir Brahman bin kez örümcek, yılan,
bukalemun, deniz hayvanları ve fenâ vampirler bedeniyle doğar.”
58- “Babasının yatağını kirletmiş bir kimse; yüz kez
ot, çalı, akbaba gibi et yiyen kuşlardan biri, arslan gibi
sivri dişli bir hayvan ya da kaplan gibi bir canavar olarak
yeniden doğar…”
Daha fazla uzatmaya gerek yok. Bu kadar açıklama, bir tür çocukluk
psikolojisi içinde bulunan kimselerin, dünyaya gelip gitmeler
hakkında yüksek mürşidler tarafından öğretilmiş
hikmetlerle dolu ilkeleri ne kadar ilkel şekilde yorumladıklarını
ve yüksek tekâmül hedeflerinin nasıl unutup gittiğini göstermeye
yeterlidir. Dikkat edilirse burada, dünyaya gelip gitmeler bir
araç değil, ceza görmek için bir amaç olarak görülüyor
ve yine bu anlayışa göre bir varlığın; bir yaşamda beşer,
başka bir yaşamda kuş ya da et olarak yaşanması, hattâ
cezasını çekmek için gerekli bir görülüyor.
Bu düşünceler, tamamıyla anlamsız bir duruma sokulmuş ve
tamamıyla yanlış yorumlanmış bir kanaatin ürünüdür. Bu
konu, bizim anlayışımıza göre, başka yollarda ve başka
amaçlar uğrunda irdelenmiş ve değerlendirilmiştir. Tekâmül
olgusunun doğa yasaları gereğince son derece düzgün ve ardı
ardına bir seyir içinde olduğunu biliyoruz. Bu bilgiye göre,
bir tekamül merhalesini tamamlamış olan ruh varlıklarının
tekrar geri merhalelere döneceğini kabul edemeyeceğimiz gibi,
belirli tekâmül yollarını tamamlamadan, her hangi bir varlığın
birden bire birkaç merhale yukarıdaki düzeylerden birine fırlayabileceğini
de tekâmül amaçlarına ve olanaklarına uygun bulmayız.
Bilimsel hiçbir kanıtı dayanmayan tenasüh fikrine karşılık,
bu kitapta ayrıntılarıyla irdelenecek olan tekrardoğuş gerçeği
gözlemlere deneysel celse çalışmalarına olaylara dayalı
bilimsel ve felsefi bir düşünce ürünüdür. Bundan başka
o, İlliyet İlkesi ve tekamül amacıyla tam bir uyum halinde yürümektedir.
O halde, büyük bir gerçeği ifade eden tekrardoğuş fikri
nasıl bozuldu ve nasıl tenâsüh gibi yoz bir görünüme büründü?
Tekrardoğuş
Fikrindeki Yozlaşma Nedenleri
Fikir ve duyguların gelişinde hiç kuşkusuz büyük roller
oynayan; Çakya- Mouni, Fisagor, Eflatun, Hz. İsa ve benzerleri
gibi yüce varlıkların talimatı onların söyledikleri ya da
söylemek istedikleri şekilde herkes tarafından anlaşılmış
değildi. Bu büyük inisiyelerin ve onların öğrencilerinin
varmış oldukları anlayış ve duyul yeteneği düzeyinden çok
aşağı düzeyde bulunan hakli bunların öğretilerindeki
derin anlamları bir zaman için anlamış bile olsalar, ergeç
unutacaklardı. Dahası, hurafeler ve bâtıl inançlar içinde
kalmış, sürekli olarak geri eğilimlerle yüklü bulunan
toplumların böyle yüksek gerçekleri birden bire ve tüm açıklığıyla
anlamalarına esasen olanak da yoktur.
Allah’ı çevrelerindeki şeyler (eşya) ve yaratıklar arasında
arayan ve en yoğun maddesel kavramlardan düşünce ve
duygusunu kurtaramayan bireylerin hikmet erbabına karşı gösterdikleri
tehlikeli ve tutucu tavırları, her gerçeğin tüm açıklığıyla
söylenmesine olanak bırakmaz. İşte bu nedenle hukema, açıklamalarını, zamanın gereklerine göre bazı
sembolik görünümlere sokarak, daha maddesel ve kolay anlaşılır
şekillerde yaymışlardır. Bu durum, söz konusu açıklamaların
iki çehre içinde okutulup öğretilmesine yol açtı:
Bunlardan birisi içsel (içe ait) çehre, ötekisi de dışa
ait (dışla ilgili) çehre.
İçsel açıklamalar gerçeğin içyüzünü, üç buutlu
alemimizdeki yasaların ve yüksek nedenlerin (illet) bazı
gizemlerini öğretiyordu. Bu sadece üstadlara ve onların
dilinden anlayabilecek tekâmül düzeyine varmış müridlere
özgüydü.
Dışsal açıklamalar ise, gerçeği halkın
anlayabileceği simgeler ve benzetmelerle, beşeri bir bakış açısından
halka telkin ediliyordu. İşte tüm gereklerin dogmatik inançlar
içinde donup kalması bu durumun bir sonucu olmuştur. Gerçi söz
konusu açıklamaların yapıldığı ilk zamanlarda bu kıyafet
değiştirme işi belki biraz daha beceriyle yapılabiliyordu ve
yüksek realiteler yavaş yavaş ve özenle öğretiliyordu.
Çünkü bu işin üstesinden başarıyla gelebilecek üstadlar
henüz yaşıyordu. Fakat zamanla, bu üstadlar ortadan kalkınca
ve bilgilerin açıklamaları maddeci hocaların eline geçince,
işler değişti. Her biri bünyesinde hikmetin büyük sırlarını
taşıyan simgeler dondu ve kendilerine mutlak değerler uygun
bulunan birer put durumuna geldi.
Hatta bunları okunup öğreten ilk üstadlar bile bu kıyafete
sokuldu. Tüm bu batıl kanaatler mutlak ve dogmatik hükümlerle
ve sanki edebîyen değişmeyecekmiş gibi mühürlendi. Artık
kâdim hikmet okullarını süsleyen bir “üçlü” nün,
“kuyruğunu ısıran yılan”ın, “bakan tek bir göz”ün
“açılmış bir gül”ün , bir “nar meyvesi”nin,
“pelikanlar”ın vb. simgelerin gerçek anlamları ya büsbütün
unutuldu, ya da kurulmuş bir dinin, hattâ inanılmış,
felsefi bir ekolün, vicdanlar üzerindeki egemenliğini kökleştirmeye
yarayacak şekillerde yorumlandı.
İşte
bu arada kadim zamanların hikmet ustalarının öğrettiği gerçek
tekrardoğuş fikri de bazı çevrelerde tenasüh fikrine dönerek
yozlaşıp gitti. Bu tenasüh fikri o kadar kuvvetle öncekinin
yerini aldı ki, bugün tekrar tekrar dünyaya gelip gitme
konusunu işiten birçok kimsenin aklına hemen bu gelir ve
tenasüh ile tekardoğuş arasında var olan derin ve nedenleri
belli farklar kimsenin aklına gelmez.
Tekrardoğuş bir tekamül sürecidir. Ruhlar madde âlemlerinde
bedenlerden bedenlere “girerek”, onlar aracılığıyla görgü
ve deneyimlerini artırırlar ve tekâmül ederler. Bundan dolayı,
ruhun bir bedene “girmesi” ; keyfe, tesadüfe ya da herhangi
maddesel düşünceden doğmuş, bir anlayışa (ödüllendirme/cezalandırma gibi) bağlı değildir. bu tekâmül
zorunluluklarının sonuçlandırdığı bir otomatizmadır. Şu
halde, “yükselebilmek” için, maddesel bir aracı kullanmış
ve bunda başarılı olmuş bir kimsenin daha çok “yükselmesi”
için başka daha yüksek maddesel araçları kullanmak
zorunluluğu, onu tekrar eski gelişim aracını kullanmaktan alıkor.
Bu durum karşısında, maddesel beşeriyet aşamasına kadar yükselmiş
bir ruhun, tekrar bir gül ağacı olarak dünyada yaşayacağını
kabul etmek için bedene “girmenin” bir tekamül aracı değil,
bir amaç olduğunu kabul etmiş olmak gerekir. Böyle bir düşüncemin
olanaksızlığını okuyucularıma şimdiye kadar yazdıklarımla
açıklamış oldum sanıyorum.
Bugünkü
Genel Anlayış Karşısında Tekrardoğuş
Düşünce ve duyguları, dogmatik dinlerin ya da akademik
ilimlerin dışına çıkamamış “aydınlar”dan birçoklarına
bu satırlar daha şimdiden yabancı gelmeye başlar. Bununla
beraber ben yazmayı sürdüreceğim. Çok uzun deneyim yıllarının
oluşturduğu kanaatle, ilmin sonsuzluğuna ve sınırsız
olanaklarına samimi olarak inanmış bir insan gibi, aziz
okuyucularımın üzerinde, yazdıklarımın şu ya da bu şekilde
oluşturabileceği ilk tesirleri düşünerek size bu konunun açılmasından
bir zevk duymaktayım.
Her yeni fikir yadırganır. Ben de ilk zamanlarda,
tekrardoğuş fikrini yadırgamıştım. Eğer kararlılığımız
bu beşeri içgüdüyle bu duygu beni bu işlerden vazgeçirmiş
olsaydı, bu gün de hâlâ 20-25 yıl önceki ilkel düşünce
ve duygularımdan kendimi kurtaramamış olurdum. Nasıl ki bugün
kendileriyle bu konu üzerinde görüştüğüm bazı dostlarımın,
benim önceden düşünmüş olduğum ve şimdi yersiz ve anlamsız
bulduğum itirazları aynen yinelemelerini, kuşkusuz haksız
olarak, hayretle karşılamaktayım.
Daha önceleri derdim ki, insanın tekrar tekrar dünyaya
gidip gelmesi nasıl olur? Böyle bir iddiada varsayılan geçmiş
yaşamlardan hiçbiriyle ilgili en ufak bir anının bulunmamasını
düşünüyor, insanların koskocaman birer adam/ kadın hâlini
aldıktan sonra, tekrar çocuk olarak dünyaya gelmeleri hatta;
babanın kız, kızın baba ya da dayı olarak yeniden doğması
vb. gibi aklın, mantığın ve bilimin ilk hamlede kabul
edemeyeceği bir takım fikirleri acayip buluyor ve bir türlü
hazmedemiyordum. Kendi kendime; bunlar olsa olsa, kadîm
zamanların bâtıl inançlarından kalma hurafelerdir,
diyordum. Fakat aradan yıllar geçti, yaşamdan aldığım acı
/ tatlı deneyimler ve değişik ülkelerdeki araştırmacıların
yaptıkları incelemelerin sonuçları ve nihayet değerli çalışma
arkadaşlarımın yardımlarıyla elde etmiş olduğum yüksek
âlemlerdeki büyük kardeşlerimizin âlimâne / bilgece ve
hikmet dolu tebliğleri köhne fikirlerimi değiştirdi, onlara
bilimsel yönler kazandırdı. Bugün beni; eski fikirlerimden
ne kadar toy ve gafilmişim diyebilecek duruma koydu.
Birkaç yıl önce, bir çalışma grubunda tekrardoğuş
konusu görüşülürken, az çok aydın sayılmakla beraber,
ilim dağarcığı pek de dolu olmadığı anlaşılan bir kimse
hemen atılarak; “Bu nasıl olur, ben hiçbir zaman saman yediğimi
anımsamıyorum” demiş ve bu “bilgece” söylemiyle ruh yaşamımızın
dünyada geçmiş bir hayvanlık düzeyi olamayacağını hemen
kanıtlayıvereceğini sanmıştı. O zaman kendi kendine karşı
haklı olan bu saçı sakalı ağarmış adam bana çocukluğumu
anımsattı. Çünkü, çocuk denecek kadar genç zamanlarımda
ben de böyle düşünmekteydim. Fakat sonraları öğrendim ki,
evrenin; anlaşılması olanaksız olan büyük gizemi ve gerçekleri
yalnız benim zavallı, cılız ve marazi hafıza ve anılarımla
değerlenmiş olsaydı, kendi varlığımdan bile kuşkulanacak
kadar gerçeklerden uzaklaşmış olurdum. Belki bir milyon yıl
önce saman yediğini anımsayamadığı için, o zaman ki yaşamını
inkar etmek yetkisini kendisinde gören bu kimsenin bundan birkaç
on yıl önce anne sütü içtiğini anımsayamadığı için de
bebeklik yaşamını inkar etmesi gerekirdi.
Değişik zamanlarda ruh varlığının tekâmül ihtiyaçlarına
göre ayarlanmış ayrı ayrı bedenler “içinde” yoğun
maddesel mekanlarda tekrar tekrar doğuşları beşeri ilmin en
önemli ve en yararlı bir konusunu oluşturur. Dolayısıyla,
bunun da birçok olayı, gözlemi ve deneysel araştırma yolları
olması gerekir. İşte bu, kitabımızın başlıca konusunu
oluşturacaktır.
Tekrardoğuşun
Anlamı ve Kanıtları
Bu sözcük, “tekrar ete girme” anlamına gelen
“reenkarnasyon”dan doğmuştur ve metapsişikte, ruhların
tekrar tekrar dünyaya gelip gitmeleri durumu anlamındadır. Fakat daha önce de söylediğimiz
gibi, bu yolda her zaman tekâmülü esas tutmak gerekir. Ruhların
tekâmülü, pek çok bedenli yaşamlar boyunca son derece yavaş
olarak gerçekleşir. Ebediyet içinde sıfır derecesinde kalan
birkaç yıllık beşeri ömür, bir ruhu en yüksek olgunluk düzeyine
ulaştıramaz. Bir varlığın bu amaca ulaşabilmesi iç dünyamızda
olduğu gibi, tüm evrende geçireceği sayısız tekamül
merhaleleri vardır. İşte bu merhalelerin dünyamızda geçen
kısımları tekrardoğuş ile sağlanır.
Dünya insanının (beşerin) şuursuz çocukluk,
basiretsiz gençlik, ihtiraslı yetişkinlik ve sonunda olgun yaşlılık
çağları onun bir tek yaşamda geçen gelişim merhaleleri
olduğu gibi; bitki, hayvan ve beşer bedenlerinde geçecek olan
birçok varlıkları da dünyadaki gelişim merhalelerinden başka
bir şey değildir. Nasıl ki tüm evrenin sayıya girmeyen
buutlarındaki âlemlerinde bilmediğimiz tarz ve oluşumlarda
ruhun geçireceği maddesel başka sayısız yaşamları da bu
merhalelerin sürüp gitmesi olacaktır.
İnsan
ruhunun maddesel yaşamı, halkaları; nerede başlayıp nerede
bittiği belli olmayan, bir zincire benzer. Onun her tekâmül
merhalesi bu zincirin bir halkasıdır. Bu zincirin halkaları
birbirine nasıl sıkıca bağlanmışsa, genel yaşamlar
zincirinin maddesel dünyalardaki halkaları da böylece İlliyet
İlkesi ile birbirine bağlanmıştır. O şekildeki; bunlardan
herhangi birisi, kendisinden sonra gelecek halkanın illeti
(nedeni) olur.
Madde alemindeki ruh yaşamının tıpkı bir tek yaşamda
olduğu gibi, çocuklu devresi vardır. Bu devre dünyamızda,
geçmişin hayvanlık ve bitkilik âlemlerindeki şuursuzluğu içinde
kaybolur gider. Ruhun olgunluk devreleriyle ilgili geleceğe
baktığımızda; orada doğan büyük güneşlerin parlaklığı
karşısında da gözlerimiz kamaşır ve bir şey göremez
olur. Şu halde tekardoğuş konusunu irdelerken, her şeyden önce,
söylemek isteriz ki, tekrar tekrar doğuşların nerede başladığı
ve bunun nereye kadar sürüp gideceğini zaman olarak
belirtmeye çalışmak buradaki konumuz içinde değildir.
Buradan şu sonuç çıkar: Bu konu, gerek metafizikte sık sık
görülen kurgusal manevralara ve gerek dogmatik inançlarda görülen
kanaatlere açık değildir. Tekraradoğuş olgusunu moral sonuçlarıyla
birlikte denetleme / sınamaya dayalı bir hikmet yolu olarak
kabul etmek gerekir. Orada sürekli olarak yenileşme vardır, sâbit
kalan hiçbir şey yoktur. İnsanın maddesel yaşamında bir
saat, nasıl bir daha geri gelmemek üzere geçiyor ve yerini,
kendisinden daha verimli bir sonraki saate bırakıyorsa, çeşitli
ömürler içinde akan zamanın sırtında taşıdığı
realiteler de öylece geçerek yerlerini kendilerinden daha yüksek
realitelere terk ediyorlar. Bu gerçeği tekrardoğuş
olgusundan daha iyi açıklayan bir bilgi yolu tanımıyoruz.
İşte
bu bakımdan, tam anlamıyla kabul edilmiş tekrar doğuş
konusunun irdelenmesi; sonsuzluğunda büyük zevkler bulunan
bir alanda, insanı nurlandıran değerli ve yararlı ve gerekli
bir uğraş olur.
|