Konuya girmeden önce, fikirlerimizin daha açık olabilmesi için
“kemal” ve “tekâmül” diye
kullandığımız sözcüklerin, anladığımız anlamlarındaki
karşılıkları üzerinde biraz durmak isteriz. Bizce bu şimdiye
kadar görebildiğimiz kaynaklarda doyurucu bir şekilde
açıklanmamış çok önemli bir konudur.
“Kemal” nedir? Her düşünüş şekline göre bunun
ayrı bir tanımı yapılabilir. Fakat ruh varlıklarının
evrenlerdeki yerlerini olabildiğince ve kapsamlı ilişkiler
içinde belirlediğimiz oranda “kemal”in anlamını
geniş bir ölçüde kavramak olanağını elde etmiş oluruz. Çeşitli
kaynaklardan toplanmış bilgilere dayanarak edinmiş olduğumuz
kanata göre, biz; ruhun hayatının maddesel evrende
başlamadığından eminiz. Bu bakımdan da ruhların yaratılışı ve
başlangıcı bizim duygu ve düşünce alanımızın tamamen dışında
kalır. Ruhta gizli tüm melekeler ancak kendilerine uygun zemin
buldukça ortaya çıkarlar. Bu sonsuz sayıdaki ruhsal
melekelerin ortaya çıkıp gelişmesine elverişli sonsuz tezahür
zemini vardır. Bu alanlar evren içinde evrenlerdir ki biz
bunlardan ancak bir tanesini yarım yamalak anlayabiliyoruz ve
buna madde evreni diyoruz.
İçinde bulunduğumuz halde, madde evreni hakkındaki bilgimizin
ne kadar noksan olduğunu da biliyoruz. O kadar ki, içinde
bulunduğumuz maddesel evrenin kapsamı içinde elbette sınırlı
olması gereken ruhsal hayatımızı bile sınırsız kabul etmekten
kendimizi alamadık. Oysa ki bu evrenlerden daha tükenmez, daha
kapsamlı ruhun melekelerinin ortaya çıkmasına zemin olacak
başka evrenler içinde bizim bu evrenimiz, sonsuza oranla bir
hiç durumunda kalır.
Ruhlar, kendilerini Yaradan’a yükseltecek, yani O’nun
yasalarıyla kendi varlıklarını bir kılıp, her alanda onlarla
işleyebilecek duruma kendilerini aday kılan ve yönlendiren
melekelerini geliştirmek zorundadırlar. İşte “kemal”
dediğimiz şey, bu zorunluluğun gerçekleşmesidir. Bu nasıl
olur? Bunun nasıl olabileceğini düşünmezden önce, İlahi İrade
Yasaları’nın kapsamının derecelenmesini düşünmek gerekir:
Madde evreninde “doğmuş” olan bir ruh, ondan
önce daha birçok evrenlerden geçmiş bulunuyor. Nasıl ki sonsuz
gördüğümüz evrenimizi tamamladıktan sonra, o, başka evrenlerde
de sonsuzluk içinde doğup yaşamayı sürdürecektir. Ruhun ebedi
hayatı hakkındaki sezişlerimiz bize bu kanaati veriyor. Bunlar
hangi evrenlerdir? Kim bilir! Şimdilik bize bunların ne
adları, ne de şekilleri gereklidir. Çünkü madde evrenimiz
henüz bize daha çok zamanlar barınak olmayı sürdürecek ve bize
zaman kavramımızla ölçülemeyecek bir sonsuzluk içinde sayısız
gelişim aşamaları hazırlayacaktır. Görülüyor ki ruhların bu
evrendeki kemal derecelerini; ne önceki evrenlerdeki ve ne de
gelecek evrenlerdeki durumlarıyla karşılaştırmak olası ve
gereklidir.
“Ruhun kemali” deyince; aklımıza, onun
melekelerinin maddesel evrenlerdeki melekelerinden ancak
kavrayabildiğimiz kadarına ait kısımlarının ortaya çıkmış /
görünen tarafları gelir. Ruhun bu evrenden önceki ve sonraki
hayatı hakkında hiçbir bilgimiz ve tahminimiz de olmadığı
için, ruhların oralardaki durumlarını “kemal”
nicelik ve niteliğiyle oranlayamayız. Bu konuda üstad diyor
ki;
“Ruhun maddelere bağlanmazdan önceki hayatında daha kâmil
(olgun) durumda olup olmadığını soruyorsunuz. Bu sıfatlara
gereklilik olmadığını söylemiştim. Daha önce de belirttiğim
gibi ruhun maddelere bağlanması, görgüsünü arttırmak için
tekamül aşamasına katlanmasıdır.”
Bu açıklamadan iyice anlıyoruz ki, tekâmül gidişi de bir
araçtır ve asıl amaç, ruhun görgüsünü artırmasıdır.
Bu amacı gerçekleştirmek için ruhlar değişik tekâmül
aşamalarını tamamlamak üzere maddesel evrenlere girerler ve
elbette ki buraya ilk girdikleri zaman, maddenin değişik
şekilleri karşısında tamamıyla görgüsüz ve deneyimsiz
durumdadırlar. Bu maddesel formları doğa yasalarına göre
kullanabilecek durumda değildirler. Çünkü bu işler için
gerekli olan melekeler henüz ortaya çıkmamıştır.
İşte söz konusu melekelerin gelişmesine yarayacak şekilde,
maddesel ortamda uygulamalar yaparak kudret sahibi olmak için,
ruhlar geçici olarak daha yoğun maddesel ortamlara
bağlanırlar. Ruh varlığı için bu “bağlılık” bir
esarettir. Çünkü ruhun birçok melekelerini kararttığından (bu
durum) onun serbestliğine engeldir. Fakat geçici olan bu
esaret, kuşkusuz, daha geniş bir ruh serbestliği kazanmak için
bir araç olacaktır. Şu halde ruhlar, görgüsüzlükleri oranında
maddelere bağlanmak zorundadırlar ki, bu da o oranda onların
serbestliğini ortadan kaldırır.
Öte yandan, ruhların bu yoğun maddelere esir bir durumda
bulunmaları, kendilerinde; o maddelerin tabi bulundukları
İlahi İrade Yasaları’na uygun olarak bir takım eğilim ve
tutkuların doğmasına neden olur. Demek ki, maddesel eğilim ve
tutkular genellikle zannedildiği gibi, esasen ruhun bünyesinde
var olan bir eksiklik değil, maddesel bağlantıdan doğma,
kendiliğinden olmayıp sonradan olan bir sonuç ve aynı zamanda
da tekâmül amacına yönelik bir araçtır. Bu noktayı gözden
kaçırmamak, tekamül konusunda da bizi birçok hatalı yollara
sapmaktan kurtarır. Tüm bu gerçeklere göre ruhların “geri”
eğilimlerden kurtulması, maddelere ve maddesel olaylara esir
olmayıp, onlara egemen girebilmeleri ile baş başa girer ve bu
da onların tekamül amaçlarına bağlı bir sonuç olur. Üstad’ı
aşağıdaki söylemi bu fikrimizi destekler durumdadır.
“Ruh tüm maddesel etkinliklerini yerine getirmek ve bu
etkinlikleri sayesinde tekâmülünü sağlayabilmek için maddesel
ortamlarda bir süreç geçirir. Ruhun maddeye çekilmesini
azaltıcı çareler, onun; maddesel bağlantını iradesiyle
azaltabilmesi, yani takâmül edebilmesi için gerekli olan
araçlardır.”
Bu sözlerin anlamı şudur: Ruhun tekâmül ettirecek araçlar,
onun maddesel bağlarının çözülmesini beraberinde getiren
maddesel etkinliğidir. Ruh, bu etkinliği göstermek için
maddeye bağlanır.
Kısaca, tekâmül fikri; bugünkü anlayışımıza göre, ruhun
maddesel evrelerdeki durumu ile ilgilidir. Maddeyi ve maddeyle
ilgili tüm kavramları ortadan kaldırınca; ruhun, doğrudan
doğruya kendi varlığı gibi, tekâmül fikri de ortadan kalkmış
olur.
İçinde bulunduğumuz maddesel evrende hiçbir şeyi madde
düşüncesinden ayıramazsınız. O kadar ki, en “maddesel
olmayan” olarak tasavvur ettiğimiz saf ruhsal haller
bile ancak maddesel kavramlarla idrak edilebilir. En saf ve en
ilahi bir sevgi bile, asla unutulmasın ki, maddesel kavramla
yaşayabilir. Bizi, maddeden ve maddesel bir kavramdan
soyutlanmış bir ruhu sevemeyiz. Çünkü o bizim için bir
yokluktur ve yoklu sevilemez. En saf sevdiğimiz şey, ruhun,
hiçbir zaman değerlendiremediğimiz kendisi değildir; onun,
çeşit çeşit maddeler arasındaki etkinliklerinin ortaya
çıkışıdır. Biz bu gerçeği, hiçbir okulun hatırı için
görmemezlikten gelemeyiz. Yalnız şunu takdir ederiz ki, ruh
varlığının etkinliklerine zemin olan maddeler ne kadar seyyal
(ince, latif, titreşimi yüksek) bir hal almış ise, onlara
karşı gösterdiğimiz sevgi de o kadar yüksek bir karakter alır
ve ilahileşir. “Maddesel olmayan” olarak kabul
etmemize en uygun görünen sevgi hakkındaki bu düşüncemizi
öteki duygularımı hakkında da belki daha kolaylıkla
uygulayabiliriz.
Görülüyor ki, bizim bugünkü “yükseklik”
derecemiz, ancak kendi evrenimizdeki görgü ve deneyimlerle
elde edilmiş bir kazançtır ve tekâmülün halen geçerli olan
klasik anlamı bu bakımdan genişletmek gerekir. Maddesel
evrenlerde deneyimler geçirmekte olan ruhlar için, maddesel
iletişim ve etkileşimden, maddesel bilgi ve görgüden ayrı bir
“kemal” düşünülemez. Durum böyle olunca, bu
evrenin dışındaki varlıklar hakkında bizim ulaşabildiğimiz en
yüksek anlamdaki “kemal” (olgunluk) kavramının
bile, asıl gerçekten ne kadar uzak kalacağını kabul etmekte
gecikmeyiz. Çünkü bu kavram ancak ruhların madde evrenleriyle
olan ilişkileri bakımından söz konusu olabilir.
Sık sık yinelediğimiz gibi, ruhun; “kötü” ve “geri”
eğilimlerden kurtulması, maddesel tutkulardan arınması,
olgunluğun nedeni değil, sonucudur, amacı değil, aracıdır.
Aslında ruhun, “olgunlaşmak” sözcüğüyle ifade
olunan yüksek amacına ulaşması, maddeler arasında baş gösteren
“kötü” niteliklerden kurtularak “güzel”
nitelikleri kazanmasıyla beraber yürür. Fakat bu “güzel
nitelikler”i kazanmak, maddesel esaretten kurtulmanın;
daha doğrusu, maddelere egemen olmanın olmazsa olmaz bir
sonucudur.
Her zaman söylendiği gibi, aslında ve yaratılış olarak “kötü”
değildir. Bir “ilahi alev” de doğrudan doğruya “kötülük”ün
bulunabileceğini düşünemeyiz. Bunun içindir ki, gerek
filozoflar, gerek birçok ruhçuluk konusunun üstadı “kötülük”ün
ancak madde ile bağlantıdan ileri geldiğini kabul etmiştir.
Maddesel bağlantılar ruhları “geriletir”. Fakat
bu anlamdaki “gerileme” , ruhların maddesel
evrenlere inmekteki amaçları olan tekâmülün tam tersi gibi
kabul edilmemelidir. Çünkü bu anlamdaki “gerileyiş”,
“olgunluk” un tersi / zıddı değil, ama ona
yardım eden bir tekâmül sürecidir. O halde, maddesel
ortamlarda “geri” durumlar içinde yuvarlanan
ruhları bu bakımdan çirkin görme değil, ululamak gerekir.
Çünkü onlar bu halleriyle tekâmül yoluna girmiş
bulunmaktadırlar. Hatasız ve günahsız, hakikatlere ulaşmak ve
“yükselmek” olası değildir.
Tekâmülün
Amacı
O halde ruhların maddesel evrenlere inmelerinde, bizi en çok
doyurucu ve ruh bilgisindeki bilimsel kanaatlerimize uygun
gelici içerikte bir amacın söz konusu edilmesine gereksinim
vardır. Bu amaç nedir? Tekâmül fikri ancak, ruhun maddelerle
olan ilişkisi bakımından değer kazanır demiştik. Şu halde,
ruhun tekâmülündeki “maddesel” kavramı ne
olabilir?
Buraya kadar ortaya koyduklarımızdan çıkan anlama göre, biz
tekâmül olgusunu, ruhun maddelerden ve maddesel evrenlerden
ilgisini keserek, maddesel oranları ebediyen terk etmesi
şeklinde kabul etmiyoruz. Tam tersine tekâmül; ruhun bu
evrende egemen olacak bir duruma geçmesi ve bu şekilde
etkinliğinin, yani maddeler üzerindeki egemenliğinin
ebedileşmesi demek oluyor. Henüz maddesel esaretin egemenliği
altında bulunan ruhlar için bu amacın gerçekleşmiş olması söz
konusu olamaz.
Ruhların maddeye bağlanmaları, bizim demek istediğimiz anlamda
bir ilişki kurmuş olmaları demek değildir. Bu anlamdaki ilişki
esasen, ruhların madde evrenlerine inmelerindeki amacı
oluşturur. Yani bizim düşündüğümüz anlamdaki ilişkide, ruhun
madde üzerindeki egemenliği fikri zaten vardır. Fakat ruhların
böyle ideal bir gelişim düzeyine çıkabilmeleri, için her
şeyden önce, evrenlerin içinde, onun elemanları arasında
yoğrulmaları ve bazen pasif, bazen de görece aktif roller
alarak birçok deneyimler geçirerek İlahi İrade Yasaları
kapsamında evrenlere egemen bir duruma girmesini öğrenmeleri
gerekir. İşte görgü ve deneyim devresi dediğimiz bu devre
ruhun maddelere bağlı ve esir olarak kalması durumuna uyar.
Bu devrede, doğal olarak, ruhlarda ver olan yüksek melekeler
kararacak ve maddesel tutsaklıkla ruhların maddesel
gerekliliklere uygun bir takım maddesel eğilimleri ve
ihtirasları elele yürüyecektir. Bundan dolayı, maddesel
evrenin değişik dünyalarında ruhlarda görülen “geri” durumlar,
onların madde ile bağlantılarının zorunlu bir sonucudur.
Onların bu bağlardan kurtulmaları da maddelere karşı egemen
durumlara girmelerinin; yani İlahi İrade Yasaları gereğince
evrenlerde etkili roller almalarının bir sonucu olacaktır.
Fakat bir kez daha yineliyoruz: Maddesel bağları çözmek ya da
tutsaklıktan kurtulmak, maddelerle olan ilişkileri kesmek
değildir. Aksine, bu durum, daha önceleri ruhun tutsaklığıyla
sonuçlanan bağların çözülmesiyle; onların yerine maddeler
üzerindeki ruhsal tesirliliğin oluşması, ruh ile maddesel
evren arasındaki gerçek ve ideal ilişkilerin ebedileşmesini
ifade eder. Pek doğaldır ki evrenler boyunca, etkin ve egemen
bir rol oynayabilecek yetkiyi kazanmış bir ruh varlığı bu
devasa etkinliğiyle ilgili tüm yüksek melekelerini geliştirmiş
bulunacaktır.
Görülüyor ki, “tekamülün amacı” konusundaki
bizim davamız, ruh varlığının etkinlik olanakları üzerinde
toplanmaktadır. Çünkü bildiğimize göre ruhun iyiyi kötüyü,
eğriyi / doğruyu ayırt edici özelliği olan tesirlilik kudreti
evrenlerdeki en yüksek derecesini bu etkinlik alanında
gösterir. Fakat şurasını da unutmamak gerek: Sözünü ettiğimiz
etkinlik, ruhsal tesirliliğin İlahi İrade Yasaları’na uyumunun
zorunlu bir sonucudur.
|