|
ANTİKÇAĞ
FİLOZOFLARI |
Antik felsefede ya da diğer deyimiyle ilkçağ
felsefesinde, Anaximenes,
Pythagoras(Fisogor),
Empedokles,
Heraklaitos(Heraklit),
Socrates(Sokrat),Platon
(Eflatun), Aristoteles (Aristo) gibi filozoflar
spiritüel-ruhsal felsefeleri
işlemiş filozoflardır. Felsefe tarihi içinde, ilkçağ filozoflarından
başlayarak, ortaçağ skolastikleri,
Rönesans felsefecileri, yeniçağ
filozofları; insan-evren, varoluşun kökeni, Tanrı-insan-doğa
ilişkileri, evrenin (kozmosun)
meydana gelişiyle, insanın bu dünyadaki yeri ve ödevinin ne
olduğu sorularına yanıt ararken doğal olarak ruh-tanrı-doğa
üçlemesinden uzak kalamamışlardır.
|
ANAXİMENES |
İlkçağ filozoflarında ve eski dinlerin bir çoğunda ruh sözcüğü
ile nefes (Hava) sözcüğü aynı anlama gelir. İnsan yaşadığı
süre soluk alır ve soluk aldıkça da ruh bedende bulunur. Soluk
alma durunca ruh ve yaşam bedeni terk etmiş demektir. MÖ.
550-500 yıllarında yaşayan Anaximenes,
bütün canlı varlıkların bir ruh taşıdığını söyler. Canlıyı
cansızdan ayıran, canlı olanı ayakta tutan ruhtur.
Anaximenes ’e
göre,
“bir hava (soluk) olan ruhumuz (psykhe)
bizi nasıl ayakta tutuyorsa, bunun gibi, bütün evreni de soluk
ve hava sarıp tutar.”
Anaximenes bir doğa bilimcisi
olduğu için canlı cansız her şeyi doğa ile açıklamak
istemiştir. Böylece, ruh kavramı felsefede ilk defa ortaya
çıkmıştır. Anaximenes ’te
ruh, insanın canlı bedeninin ayakta tutan, daha doğrusu bir
arada tutan, onu canlı kılan, onun cansız bir yığın olarak
dağılmasını önleyen
“şey”
dir; burada
ruh, yaşam yani canlı bedeni, cansızdan ayıran olarak
anlaşılıyor ve soluk ile bir tutulduğu için, maddi bir şey
olarak düşünülüyor. Şimdi nasıl hava-soluk-olan ruh, insanın
bedenini cansız bir madde olarak dağılmaktan koruyorsa, bunun
gibi, havada evrenin bütününü, onun düzenini ayakta tutar.
Hava;
canlı, canlandıran şey, etkin olan bir ilke. Onun bu
canlılığı, etkinliği olmasaydı, evren sadece, ölü, dağılan bir
yığın olurdu; boyuna yeni biçimler alan kendini canlı olarak
değiştiren yaratıcı bir varlık olmazdı. Yine bu yüzyıllarda ruh kavramı, ruhun
anlamı ve ölümden sonrası üzerinde çok durulmuştur. Homer;
“ölüm sonrasında yaşamda ruhlar yarı şuurlu, gölgemsi bir
hayat sürerler” der.
Bu dönemde
Reenkarnasyon (Yeniden Doğuş) olgusunun bozulmuş şekli
olan
“tenasüh”
inancı önemli bir problem
oluşturmuştur. Çünkü, bu dünyadaki yaşam yeni bir imkan olarak
değil de, eski bir yaşamda işlenen
suçların cezalarının çekildiği ya
da ödendiği bir yaşam olarak anlaşılır.
Hint Felsefesinin temelini oluşturan
“tenasüh” inancı,
Yunan’da Orfe (Orphic)
denen dini bir akıma paralel olarak ortaya çıkmıştır. Bu
nedenle Orfe ’den kısaca söz
etmeden bir başka ilkçağ filozofuna
geçmek pek doğru olmaz.
|
>>
ORPHEUS VE ORPHİC ÖĞRETİ |
PYTHAGORAS (PİSAGOR) |
M.Ö
550 yılında yaşayan Pisagor’a göre
sayılar bütün varlığın ilkeleridir (Arkhe). Örneğin, belli bir sayı belli
nitelikleriyle adalettir, bir başka sayı ruhtur, bir başkası
akıldır. Müzikteki uyum-harmonia
yasalarının sayılarla anlatılabileceğini gördüğünden ve bütün
olayların sayılara doğal bir yakınlığı olduğunu
anladıklarından sayı öğelerinin
bütün varlıkların da öğesi olduğu
düşüncesine varmışlardır.
Pisagorcuların dünya görüşü
düalist; sınırlının, tekin, yetkin ile iyinin
karşısında sınırsız, çift, yetkin olmayan ile kötü var. Ama
nasıl sayıların temel birimi olan
“ bir ”
hem tek, hem çift sayı ise, onda her iki ilke de nasıl bir
araya gelip birleşmiş bulunuyorsa, bunun gibi karşıtlarda
evrende bir uyuma varırlar; karşıtların birliği ilkesine göre
evren bir sayı uyumudur. Ruh ise kendi kendine hareket
eden bir sayıdır. Öncesiz ve sonrasızdır yani sonsuzluk ifade
eder. Ruh aynı zamanda, alem
ruhunun bir parçası, gök ateşinin bir kıvılcımı, Tanrının bir
düşüncesidir. Dolayısıyla da
ölümsüzdür.
Beden ruh için hapishanedir. Ölümden sonra ruh
başka bir bedene geçer ve göçer; bu geçme ve göçme de dünyada
yaşadığı hayata göre olur. Ruhun asıl gayreti ve gayesi özgür
yaşamak yani bedene bağlı olmadan mutlak ruh haline
erişebilmektir.
Bu dönemde tekrar doğuş kavramı yanlış bir algılayış ve
inanışla
“tenasüh”
anlayışı şekline dönüşmüştür. |
EMPEDOKLES |
M.Ö. 450 yılında Empedokles,
Heraklaitos (Heraklit)
ile birlikte ruhu ateşe benzeten filozoflardı.
Pisagor’dan gelen
tekrar doğuş kavramı
bu filozofların öğretilerinde de
vardı. Fakat bu kavram, ruhun bir ceza olarak insanlık
aşamasından hayvanlık aşamasına inmesi yerine, sıra ile bitki,
hayvan, insan basamaklarından geçmesi
olarak ele alınıyordu.
Heraklit'e göre evrenin temel maddesi ateştir. Ateş,
bütün varolanların ilk ve gerçek temelidir yani ruhtur, bütün
karşıtların birliğidir. Evren boyuna akan bir süreçtir,
başı sonu olmayan bir değişmedir, hiç durmayan bu değişme
içinde aynı kalan, sürüp giden hiçbir şey yoktur. Bu sürekli
oluş içinde durucu, kalıcı bir şey var sanırsak bu
Heraklit’e göre bir yanılmadır,
bir aldanmadır.
“Aynı ırmakta
iki kez yıkanamayız. İkinci kez girdiğimizde bu ırmak büsbütün
başka bir ırmaktır artık. Bu arada akıp giden sular onu başka
bir ırmak yapmıştır.”
Empedokles’e
göre, meydana gelme ile yok olma diye bir şey yoktur aslında.
İnsanların meydana gelme dedikleri şey, temel maddelerin bir
karışması, yok olma dedikleri de bu karışmanın dağılmasıdır.
Çok küçük parçalardan kurulmuş olan temel maddelerin kendileri
meydana gelmemişlerdir, yok olmazlar, değişmezler.
Bunlar
Parmenides’in bengi varlığı gibidirler.
Doğa bilgisinin gelişmesinde çok
önemli bir yeri olan öğe-element
kavramını ilk olarak ortaya koyan
Empedokles olmuştur. Element burada, kendi içinde bir
cinsten diğerine doğru; niteliği bakımından değişmeden,
bölünmeden yalnız çeşitli hareket durumlarına
geçebilen madde demektir. Bu elementler de 4 tanedir.
Toprak-Su-Ateş-Hava
Son üçünü daha önce
İonia filozofları ileri
sürmüşlerdi. Bunlara dördüncü öğe
olarak toprağı eklemekle Empedokles, günümüze kadar yaşayacak olan
“Dört
Öğe”
öğretisinin temellerini İlkçağ
filozofisi için kurdu. Oysa, kadim uygarlıklarda ve
kadim bilgeliklerde,ayrıca astroloji ve simyanın kökeninde bu
dört temel madde kavramı zaten dünya kuruldu kurulalı vardı. Empedokles’in
felsefe anlayışında, bu dört öğe
evrenin gereçleridir. Dört öğenin
kendileri, değişmez tözler olduklarından, bunların kendisinde
de bir hareket nedeni bulunamaz;yani bunlar kendiliklerinden
birbirleriyle karışamazlar, bir karışmayı bozamazlar. Onun
için doğa açıklamasında, bu dört öğenin
yanı sıra bir de hareketin bir nedeni, hareket ettirici bir
güç de gerek. Dört ana öğeyi
birbiriyle karıştıran, bunların karışımlarını yeniden çözen
neden de sevgi ve nefrettir Yani maddi olmayan ruhsal bir
etkendir.
|
HERAKLİT (EFESLİ
HERAKLAİTOS) |
MÖ. 550-480 yıllarında Efes’te yaşadı.
İyonya o dönem İranlıların elinde bulunuyordu. Ülkenin
Efes dışındaki bütün kentleri özgürlüklerine kavuşmak için
birleşmişlerse de İran kralı Dairus
tarafından şiddetle cezalandırıldılar. Heraklit
bir süre siyasal olaylara yabancı kalmadıysa da daha sonra
politik yaşamdan tamamen ayrıldı. Arkadaşı
Hermodor’un Efes’ten sürülmesiyle
de bir ormanda inzivaya çekildi ve yalnız felsefeyle
ilgilendi.
En çok hoşlandığı şeyin doğayı
derinden seyretmek ve yalnızlık olduğu söylenir.
Heraklit
Mile okulunun kozmolojisini iyi kavramış ve
Pisagor’dan etkilenmiş bir
filozoftu.
Heraklit
kendi sözlerinin
güldürmediğini, süslü, boyalı
olmadıklarını, fakat sesinin bu seste konuşan Tanrı sayesinde
bin yıllar içinde uzayıp gideceğini söylerken çok önem verdiği
Logos-İlahi Kelam hakkındaki görüşlerini de belirtmiş
oluyordu. O, İyonya
filozofları gibi evrenin ana maddesini değişmeyen kalıcı bir
töz olarak kabul etmemiş, alemin sürekli olarak değişken
olduğunu ve değişken varlık içinde kalıcı bir güç olarak akıl
(logos-kanun) bulunduğunu savunmuştur.
“Alem,
Tanrılar ve İnsanlar tarafından yaratılmamıştır. O her zaman
vardı”
derken, her şeyden önce insan
aklının, yokluktan varlığa geçişi yani “İlk” olanı
anlamasının mümkün olmadığını
savunuyordu. Yani evren, bağımsız ve özgür bir varlıktır. Alemi meydana getiren birinci
ilke de,
Ateş’tir.
Bu ateş canlıdır, ölçüyle yanacak ve ölçüyle sönecektir. Ateş
tek bir tözdür (cevherdir) ve her şekle girebilir; bütün
değişimlerine karşın, kendi doğasından hiçbir şey yitirmez; ve
bir alemi oluşturabilmek için bu değişikliğin kendiliğinden
beliren gücü, hareket şeklinde kendini gösterir ve kendi
varlığında bazı yoğunlaşmalara ve seyrekleşmelere neden olur. Ona göre, sükun gibi görünen her uzlaşma, bir
kaçmadır ki, bu yeni bir savaşın
hazırlığını yapmak demektir. Şu halde, alemde gördüğümüz ölüm
ve doğum olayları bir görünüşten ibarettir; bu yaşamın yeniden
doğması demektir. Bunlar, birbiri
içinde devam etmek suretiyle, alemdeki dengeyi yaratırlar.
Heraklit’in savunduğu ateşin
belirlenmiş ve duyulur bir varlığı yoktur. O, bütün duyulur
tözlerin ortak bir esasından başka bir şey değildir. Savaş
halinde bulunan karşıtlar, birbirinin yerini almaya
meyledince, eşyada durup dinlenmeyen bir hareket devam eder,
durur. Zira,
“ Her şey
akıyor, her şey kaçıyor, hiçbir şey durmuyor; bir nehir içinde
bizi yıkatan su, daima başka sudur; hiçbir zaman aynı nehre
iki kere dalamazsın. ” |
SOCRATES (SOKRAT) |
İ.Ö.470 yıllarında yaşamış olan Socrates
(Sokrat) bir aydınlanmacıdır. Aydınlanmanın istediği,
yaşamımızın normlarını aklın ışığına tutmak, bunları akılla
eleştirmek, akılla aydınlatmaktır. Sokrat, Sofist-bilgici
değil, filozof-bilgi sever
olduğunu söyler; bilgiyi elde bulundurduğuna değil, onu sevip
aradığına inanır; kendisi kendini bildiği gibi, kendilerini
bilmelerini
“Kendini Bil !”
ana ilkesine uygun olarak başkalarından da ister.
Sofist; yunanca; Sophistes sözcüğü
aslında “bilen,
bilgili kişi”
demektir. Demokratlaşan Atina’da
“başarılı yurttaş nasıl
gelişir?” sorusuna
“sofist”
adını taşıyan kimseler cevap bulmayı, bu konuda gerekli öğreti
ve eğitimi yapmayı üstlenmişlerdir. Sofist sözcüğü sonra
siyasette yararlı olmayı öğreten kimse, daha sonraları ise söz
söyleme sanatı üzerinde ders veren kimse anlamını kazanmıştır. Sokrat’a göre gerçek bilgiye götüren yolda en büyük engel,
sofistlerin ortalığa yaydıkları sözde bilgi olan şeyler, o
yarım yamalak bilgilerdir.
Ona göre ruhta saklı doğrular vardır. Bunlar herkes için
ortak olan doğrulardır. Disiplinli, sıkı bir düşünme ile
“Doğru” nun bulunabileceğine inanır. Bu doğrular çalışma ve
üzerlerinde durup düşünme ile yukarıya çıkarılabilir, bilinir
bir hale getirilebilirler. Sokrat’a
göre evren, akli bir düzene göre kurulmuştur ve orada
tesadüfün yeri yoktur. Evrende her şey, mevcut bir gayeye, her
gayede diğer bir gayeye göredir. En son gaye de, ‘bir’ dir,
‘tek’ tir. O, her şeyi görücü, her şeyi işiticidir. Bütün
varlıkların hüküm ve tasarrufu onundur. Biz, onu duyularımızla
kavrayamayız. Nasıl ki, gözü güneş aydınlattığı halde göz
güneşe bakamaz. Biz de bu şekilde onu kavrayamayız. Karma
karışık olan kaosu düzene sokan ve belirli olmayan bir
maddeden alemi yaratan, işte bu en yüksek akıldır.
İnsan ruhu alem ruhunun bir parçası olduğundan
ölümsüzdür ve dolayısıyla bir ahiret
vardır.
Sokrat bir de içinde bir
Daimonion’un
barındığını söylermiş. Yaşamının önemli anlarında bu
Daimonion’u kendisine yol
gösterirmiş. Sokrat bu sesi içindeki Tanrısal bir ses sayar
ve ona uyarmış. Bu sesin ne olduğu üzerinde çeşitli yorumlar
vardır. Vicdan, ahlaki bir sezgi, bir tebliğ, bir psişik
alışveriş olabilir. Ne
olarak anlaşılırsa anlaşılsın onun
Daimonion’la demek istediği şu idi:
“Tanrıların sesini
içimizde, gönlümüzde duymalıyız; onları dış belirtilerde
aramamalıyız; dindarlığımız bir dış görünüş olmamalı”
Ama Sokrat, bütün bunlara rağmen Yunan Aydınlanmasına, bunun
temsilcileri olan sofistlere karşı olan bir tepkinin kurbanı
olmuştur. Onunla sofistler arasındaki amaçlar bakımından olan
temelli ayrılıkları Atinalılar ayırt edebilecek durumda
değildiler. Onun rasyonalizmi, sofistlerin
relativizmi kadar halk inancı için
tehlikeli sayılmıştır.
|
PLATON (EFLATUN) |
MÖ. 427 yıllarında
yaşamış olan Platon’a göre ruh ölümsüzdür ve birçok defalar
yeryüzüne gelmiştir. Bu arada yeryüzünde ve
Hades’te (öte dünyada) bulunan her
şeyi görmüştür. Yeryüzünde her şey de birbirine bağlı olduğu
için ruh bunlardan birini görünce, sürekli bir araştırma ile
ötekilerini de bulabilir ve anımsayabilir. Ruhta doğru
tasavvurlar, önce bilinçsiz bir halde bulunurlar; bunlar önce
bir rüya gibidirler; uygun sorular ve araştırmalarla sonunda
aydınlık bir bilgi haline gelirler. Platon’a göre öğrenmek
eskiden bilinmiş bir şeyi yeniden anımsamaktır. Bu anlayış ile
Platon felsefesinin iki ana görüşünü de belirtmiş oluyordu. Bir
yanda asıl gerçeğin dünyası var ki buna
‘İdeaların Dünyası’
adını verir. İdealar dünyası bilginin aslının olduğu dünyadır.
Öte yanda da relatif gerçeğin
dünyası var ki bu da meydana gelen ve yok olan nesnelerin
dünyası yani içinde yaşadığımız
'geçici dünya'.
Bilginin konusu olan İdeayı Platon,
Elea'lıların
“Bir
Olan”
ındaki niteliklerle
anlatır;
İdea birliktir, bölünemez,
değişmez, öncesiz-sonrasız olarak kendi kendisine eşittir.
Ve bilgi, gerçek aşığını,
gerçeğin mahiyetini kavramaya zorlar ve bilgi aşığı olan kimse
de ilahi realiteyi temaşadan başka hiçbir şeyden zevk almaz. Ruh,
Platon’a göre, aslında idealar dünyasında bulunur,
sonra da yeryüzüne iner. Bu nedenden ötürü de ruhun iyiliği
ile kötülüğünün kökünü dışarıda değil de, ruhun kendisinde,
kendi içinde aramalıdır.
Platon’un ünlü
‘Mağara’
örneğine göre bizim bu
dünyada gördüklerimiz sadece gölgelerden ibarettir.
Eşyanın hakikat ve gerçeği
ise bu dünyanın ötesinde ve üstündedir. Bir mağaradakiler
nasıl, ancak, gün ışığına çıktıkları zaman eşyayı olduğu gibi
görebiliyorlarsa, biz de eğer gerçeği görmek istiyorsak,
ruhlarımızın, ezeli dünyanın güneşi olan, en büyük realite
tarafından nurlandırılması gerekir.
Ruh öncesiz ve sonrasız
olan İdealara benzer. Dünyanın gerçek sahibi
Tanrı’dır. Tanrı’nın bu dünyayı
olgunluğa götüren bir planı vardır; insan Tanrı’ya inanmakla
erdemli olmak için bir dayanak elde eder. Ruh sürekli olarak
ilk İdealar alemindeki yaşamını
özler. Ona kavuşması ancak bu dünyada faziletli
(üstün
ahlak) ve ölçülü
bir yaşam sürmesiyle mümkündür. |
PLOTİNOS |
Antik çağ sonlarında felsefeye dayanarak ruhsal bir dünya
görüşü geliştirme denemelerinden ilki olan Yeni-Platonculuğun,
kendisinden sonraki gelişme üzerinde büyük
etkisi oldu. Çünkü bu çığır, Batı ve Doğu
mistisizmlerinin başlıca kaynaklarından biridir.
Plotinos ve Yeni Platonculukla
örtüşmeyen ezoterik/
hermetik bir öğreti yoktur. Rönesans ötelerine kadar
Platon felsefesi, daha çok Yeni
Platonculuk şeklinde ele alınarak işlenmiştir. Bu çığırın kurucusu
Plotinos’tur. (M.Ö.203-270)
Plotinos felsefesini Platon’a dayanarak açıklamaya
büyük değer verir; kendi düşüncelerini hep Platon’un
yapıtlarındaki belli temel
noktalara dayatarak yorumlamayı dener; ayrıntılarında bile
Platon’un bir öğrencisi olduğunu vurgulardı. Bu nedenle de bu
çığır
Yeni-Platonculuk
adını aldı. Ama şunu da belirtmek gerekir ki,
Plotinos’un öğretisinde Aristo ve
Stoacılığın da büyük etkileri vardır.
Plotinos
doğu, Hint bilgeliği, astronomi ve
astrolojiye de büyük ilgi duymuş bir düşünürdü; felsefesi çok
yönlü olduğu ve
hermetik etkiler taşıdığı için kendisinden
sonraki kuşakları da, ezoterik, mistik ve
okült araştırmalar açısından çok etkilemiştir.
Plotinos’un
öğretisinin baş özelliği, katı maddeciliğe tam bir kesinlikle
karşı çıkışındadır ve ondan sonra gelen tüm
hermetik/ezoterik
okullara da bu anlamda büyük bir destek vermiştir. Bu
felsefeye göre asıl gerçek; nesnelerin
kendisi şeklinde varlıkta etkiyen her şeyin cisimsel olmadığı,
her şeyin özde salt ruhsal nitelikte olduğu ilkesine dayanır.
Plotinos’a göre,
“Cisimler
dünyası, o görünmeyen ruhsal dünyadan üzerine bir parıltı
vurursa ancak değer kazanır, güzel olur.”
Plotinos’a göre evren ve insan,
Tanrı’dan gelmiştir ve Tanrı’ya dönmektedir. İniş merdiveninin
ilk basamağında ruhlar, ikinci basamağında hayvanlar, üçüncü
basamağında nesneler vardır. Çıkış merdiveninin ilk
basamağındaysa
anlamak,
ikinci basamağında
sonuç çıkarmak,
son
basamağında
mistik
seziş
yani
gizemcilik
vardır.
Böylece Tanrı’dan ruh
olarak çıkan nesnel varlık dünyaya inerek maddeleşir ve madde
olarak da vecd yoluyla yeniden
Tanrı’ya döner. Bunun da adı Sudur, Uruç
ve emanasyondur. (emanation) Tanrılık
yaşamın tedrici/kademeli yayılışı
ve varlığın son gayesinin Tanrı’da yeniden erimek olduğu
suduriyeci bir panteizm onun
felsefesinin temelini oluşturur.
Ona göre
Tanrı, eşyanın ilkesidir, başlangıcıdır.
Fakat o,
kendisinde çıkan ışınlara karşın, eksilmeyen bir güneş
gibidir. Kıyaslamadan, benzetmelerden ve yaratıkların
niteliklerinden uzaktır. O, her şeyin üstündedir ve her şeyden
üstündür. Tanrı, saf düşüncedir; ne düşünür, ne düşünmez
denilemez. O, öyle bir birliktir, bütünlüğü ile değişmemiş ve
başkalaşmamış vahdettir. Bütün kendi yetkinlik sıfatlarıyla
kendisidir ve kendi kendisinin içindedir. Bu itibarla
külli olarak bilgiye ihtiyacı
olmadığı gibi, bilgisiz de değildir.
Tanrı’yı
ancak kendi içimizden keşfedebiliriz.
Bunun içindir ki, kendisini tanıyan ruh, ancak
vecd sayesinde ona yükselebilir.
Tanrı, tüm tanrısal sıfatları kendisinde toplamış olan saf
birliktir. Bu tanım,
Milattan
önce altıncı yüzyılda Delfi’deki
kehanet tapınağının duvarına kazınan,
Milet’li Thales’e ait ünlü
“Kendini
Tanı”
ibaresi ile birebir örtüşmektedir.
Kendini Tanı
Çoklukta
Mutlak Bir’in dolgunluğundan öylece ve
emanasyon yani yayılım
yoluyla belirir. Tanrı tüm yaratıkların başlangıcı ve
hepsinden önce saf yetkinliktir. Plotinos’un
felsefesinde 3 ana temel nokta
vardır; -
Mutlak, dolgunluğundan
sudur, emanasyon yolu ile
belirir.
- Bir tam bir bağımsızlık
içinde, kendi yücelik ve saflığından
hiçbir şey kaybetmeden evreni oluşturur.
- Sudur prensibi aynı
zamanda insanın uluhiyete yani ilahi
olana çekilişinin, ilahi cezbenin de bir
açıklamasıdır ve aynı zamanda kaçınılmaz bir olgudur.
|
ARİSTOTELES |
MÖ. 385 yıllarında yaşamış olan Aristo, antik çağ felsefesinin
bel kemiği sayılan bir filozoftur. Aristo’ya göre beden madde;
ruh da formdur. Ruh canlıyı canlı yapan,
onu cansızdan ayıran başlıca etkendir. Ruh için bir
şeyin aktif tekamülünü gerçekleştiren
aktif prensip manasına gelen
Enthelecia sözcüğünü kullanır. Ona göre ruh, benin
enthelecia’sıdır (entelekyasıdır),
bedenin içinde taşıdığı erektir, bedenin hareketleri ve
değişmeleri içinde kendini olgunlaştırıp gerçekleştiren
formdur; ruh, bedenin biçimlenme ve hareketlerini bir ereğe
doğru yönelten nedendir. Ruhun kendisi cisimsel değildir ama
bedeni hareket ettiren ona egemen olan güçtür. Aristo,
ruhta bulunan esaslı unsurları üç psikolojik kısım olarak ele
alır;
-
Ruhun en aşağı kademesi:
Bitkisel ruh.
Bedendeki
bitkisel yaşamı temin eden kademedir.
-
Hayvansal ruh: Bedendeki hareket ve
hassasiyetin yeridir. Beden sadece beslenir. Havyan ise,
hareket eder ve etrafından tesir alır.
-
İnsan ruhu: Bu ruhun özelliği, bilmek ve
akıl sahibi olmaktır.
Ruh üç
tabakalıdır, her alt tabaka üstteki için maddedir. Bitkilerde,
yalnız organik yaşamdaki, özümseme ve üreme
gibi mekanik ve kimyasal
değişmeleri biçimlendiren ruh vardır. Bitkiler ruhun yalnız
fizyolojik olan bu en alt tabakasında kalırlar. Hayvanlar
dünyasında, buna özellikleri,
‘kendiliğinden hareket’,
‘istek’
ve
‘duyum’
olan hayvan ruhu eklenir. Hayvanın
bir ereğe doğru kendiliğinden hareket ettiğini istekte
görebiliriz. İstek, bir şeyi elde
etmeyi ya da ondan kaçınmayı isteme olarak, haz ve acı
duygularından çıkar. Bu duygular hep obje tasavvuru ile
birliktedirler. Bu tasavvurdan da objenin elde edilmeye değer
mi olduğu, yoksa ondan kaçınılması mı gerektiği anlaşılır. Tek
tek duyumlarda verilmiş olanları
hayvan ruhu genel bir algı olarak
birleştirir. Ruhun birliğini sağlayan bu ortak duyu, duyumları
tasavvurlar olarak sakladığı için hatırlama ile kendi
hallerimizi bilmemizin merkezidir. Bitki ve
hayvan ruhlarının üstünde yükselen
“insan ruhu”nun özelliği
ise
“akıl”dır. Ruhun ilk iki şekli, insana özgü aklın, bu
formun gerçekleşmesinin maddesidirler. Akıl yüzünden, istek,
tasavvur ve bilgi şeklini alırlar. Akıl, ruhun bütün bu
etkinliklerine
“dışarıdan gelmiş”, yeni ve daha yüksek bir
şey olarak eklenir; ama ancak
ruhun öteki etkinliklerine dayanarak, bunların içinde kendini
gerçekleştirebilir. Bu ilgiyi Aristo aklı etkin ve edilgin diye ikiye ayırmakla açıklamıştır. Edilgin Akıl:
Aklın, tek insandaki onun kendi
görgüleriyle belirlenmiş olan, görünüş biçimidir. Buna
karşılık etkin akıl, aklın bütün tek tek
insanlar için ortak olan, her insanda bir ve aynı olan
şeklidir.
Etkin Akıl:
Meydana
gelmemiştir, yok da olmayacaktır; edilgin akıl ise bağlı
olduğu bireylerle ortaya çıkar.
İnsanın
akıllı özü, en yüksek olgunluğuna bilgide eriştiği için,
bilen/teorik (theorik) aklın ürünü
olan erdemler de en yüksek erdemlerdir, eksiksiz mutluluğu
sağlayan erdemlerdir. Teorik akıl, en yüksek doğruları, en
yüksek kavramı ve yargıları doğrudan doğruya kavramaya ve
bunları bilmek için bilmeye yönelir. Bu en yüksek konuların
bilinmesine, insandaki etkin aklın tam olarak açılıp
gelişmesine de Aristo,
"theoria-bakış"
der. Doğruya bu
bakma ile insan, Tanrılığın özü olan salt düşünmeden pay alır,
bununla Tanrılığın öncesiz-sonrasız mutluluğuna da katılmış
olur. Pratik yaşamın yani isteme ve yapmanın bütün
amaçlarından sıyrılarak yalnız kendi kendisi için olan bu
theoria’ya-bakışa yönelme, bütün
isteklerden kendini kurtarmış olan bu sonsuz doğru’ya dalma,
Aristo için dünyada en iyi şey, insanı da en çok mutlu eden
şeydir. Ona göre insanoğlunun asıl ereği, dünyasal isteklerden
arınıp, sonsuz doğruya dalabilme ereğidir.
|
|
|