Postmodern yaklaşıma göre bilimsel açıdan klasikleşmiş olan fakat
günümüzde geçerli düşünce tarzı olmaya devam eden kavramları ve
varsayımları sorgulamak gerekmekte ve kültürel küreselleşmenin
etkilerinden mümkün olduğunca kurtulmak gerekmektedir. Önce, Fransız
felsefeci Jacques Derrida’nın meşhur ettiği “Yapı
bozumculuğu” (deconstruction) kavramından söz etmek istiyorum.
“Yapı bozumu” yıkım değildir, nihilizm ile ilgili değildir, analiz
hiç değildir. Daha çok batı düşünce sisteminin klasik kavramlarını
anlamak ve altta yatan varsayımları çözebilmek için başvurulan bir
bakıştır. Yapı bozumu yaklaşımının iki temel dayanağı vardır.
1. Politik
ve 2. Felsefi-Bilimsel dayanak
Politik dayanak ikinci dünya
harbi öncesi ve süresinde Avrupa’ya hakim olmuş olan Faşist ve Nazi
görüşün hatalı yönleridir. Bu iki politik yaklaşım insanları aynı
potada eriterek bireyselliği yok etmeğe çalışmış, kendi gibi
düşünmeyenleri dışlayarak düşman ilan etmiştir. Jean Francois
Lyotard 1959 yılında yayınladığı “Postmodern durum” adlı
kitabında Faşizmi ve Nazizmi güçlü bir şekilde tenkit etmiştir.
Postmodern bakışın felsefi dayanağı ise ikili kavramların
kısıtlayıcı oluşları ve bilimsel bir açıklamada kullanılan
terimlerin anlamlarının yeni açıklamalarla genişletilmeleri
gerektiğidir. Postmodern düşünürler bilgisayarların her eve girişi
ile bilginin bir yandan yaygınlaştığını, diğer yandan sığlaştığını
savunmaktadırlar. Çünkü, bilgisayar çağının analitik yaklaşımı
bilgiyi sözel ve görsel bilgi türü ile kısıtlamaktadır.
Bu saptamalar Postmodern
yapı bozumculuğunun önemli dayanaklarıdır. Fakat yapı bozumunun bir
de bilimsel dayanağı vardır ki, bu dayanağı modern fizik kuramları
olan Görelilik ve Kuantum kuramları sağlamışlardır. Zira her felsefi
düşünce akımı döneminin biliminden etkilenmiş ve bilimin ürettiği
yeni kavramlardan yararlanmıştır.
Örneğin, “Gerçek nedir?”
sorusu postmodern düşünürler tarafından yeniden ele alınmış ve
tartışılmıştır. Jean Baudrillard’a göre “Gerçek var olma
özelliğini yitirmiştir”. Baudrillard’ın sorgulaması Leipnitz’in
sorgulamasından farklıdır. Leipnitz: “Neden varlık vardır?” şeklinde
soru yöneltir. Baudillard ise: “Acaba yokluk var mıdır?”
şeklinde sorar.
Yaşayan Felsefe Bu
sorgulamadan kasıt varlık-yokluk ikileminin özüne inmek ve bu ikili
bakışın getirdiği birtakım sonuçların yapısını bozmaktır.
Varlık-yokluk
ikilemi olduğu sürece ben ve öteki ayırımı da bulunmaktadır.
Ben-Öteki ikilemini aştığımızda, yani bu ikili yapıyı bozduğumuzda,
ben ile öteki yakınlaşmakta, biri diğerini kabul eder duruma gelerek
bütünleşmektedir. Ancak yapı bozumculuğu kesin çizgilerle
tanımlanabilen bir yöntem değildir. Kendini sürekli yenileyen
Yaşayan bir felsefe modeli olarak tanımlanabilir. Yaşayan
Felsefe, tanımını da ilk olarak ileri sürmüş olan düşünür, Jaques
Derrida’dır.
Yaşayan felsefe içinde yapı
bozumculuğu, Heidegger ve Nietze tarafından ileri sürülmüş olan
“yıkım” veya “tersine çevirme” kavramlarından daha az
negatif bir yaklaşımdır. Ancak, yapı bozumculuğunun kesin olarak
tanımlanmaması felsefe ile uğraşanları rahatsız etmektedir. Çünkü,
felsefe kesin kavramlarla çalışmak zorundadır. Bir bakıma felsefeye
“Kavram matematiği” de denebilir. Dolayısıyla, açık ve kesin
tanımlı olmayan kavramlar felsefenin ilgi alanının dışındadır,
şeklinde bir görüş bulunmaktadır. Fakat bu tanımı yapanlar da
batının analitik mantığına bağlanmış olan düşünürlerdir.
Felsefi kavramlar ortamın ve
kültürün ürünü olmak zorundadırlar. Her dönemde ortaya atılmış olan
kavramlar hem o dönemin bilimsel görüşlerinden etkilenmiş hem de o
dönemin varsayımları üzerine inşa edilmiştir. Şu halde, 20. yüzyılda
ileri sürülen bilimsel kavramlarla postmodern görüşün örtüşmesi hem
doğal hem de gereklidir.
Hem Hem Mantığı Einstein’ın Görelilik
kuramı mutlak uzay ve mutlak zaman kavramlarını geçersiz kılmıştır.
Hem uzam hem de zaman nesnelerin hızına göre değişmektedir. Burada
durağanlık değil hareket önem kazanmıştır. Uzam, nesnelerden
bağımsız bir sahne olmaktan çıkmıştır. Şu halde nesnelerin
bulunmadığı bir boşluk kavramı da tartışma konusudur. Uzayda
karanlık bir bölge bulunması o bölgede hiçbir nesne bulunmaması
anlamına gelmez. Örneğin, karadelik denen gök cisimleri öyle
kuvvetli bir çekim gücüne sahiptirler ki karadelik içine düşen ışık
dahi dışarı çıkamaz. Yani, karanlık yokluk demek değildir.
Eğer yokluk diye bir gerçeklik
yoksa ve sadece varlık varsa ikili mantık bir bakıma yıkılmış
olmuyor mu? “Varlık” her bölgede varsa “yokluk” kavramı sadece
metafizik olmakta ve dolayısıyla yeni bir mantık yaklaşımı gerekli
olmaktadır. Buna hem-hem mantığı da denebilir. Çünkü her
kavram hem kendisidir hem de aksi. Kısa-uzun, şişman-zayıf,
büyük-küçük gibi ikili kavramlar asla mutlak olmayıp görelidirler.
Oysa ki Aristo mantığında mutlak ayırımlar ve kategoriler bulunur.
Her nesne birtakım kategoriler sayesinde tanımlanır. Aristo
(analitik) mantığı ayırımcı ve sınıflandırıcıdır. Hem-hem mantığı
ise bütünleştirici ve birleştiricidir. Bu bakımdan Aristo mantığı
ya-veya mantığı olup nesneleri tanımlamaya yardımcı olabilir ama
insanları tanımlamakta yetersiz kalır.
Gerçek Ötesi Gerçeklik
Postmodern yaklaşım insanı ve insanın sezgisel yönünü de
içerdiğinden sadece fizik ile bağlantılı olmayıp güncel metafizik
kavramların ortaya çıkışına da yardımcı olmuştur. Batıda görülen
yeni mistik akımların kaynağını 1968 sonrası yayınlanan postmodern
kitaplarda bulabiliriz. Günümüzün tüketici toplumu her türlü ürünün
yaygınlaştığı tüketimin çoğaldığı bir pazaryeri gibidir. Toplumda
her şey metalaştırılmıştır (nesneleştirilmiştir) ve maneviyattan
maddiyata doğru sürekli değişen moda akımları halinde sahte bir
gerçeklik yaratılmıştır. Yeni bir "yaşam tarzı" olarak reklamlar ve
“simülakr” görüntüler bizi kuşatmıştır.
|