Daha önceki bölümde söz edilenlere dayanarak, en
geç İ.Ö. 1800’lerde yıldızların isimlerine kavuşmuş olduğunu ve
insanların yıldızlara tapınmaya devam ettiklerini kesin olarak
bilmekteyiz. En parlak üç gezegen olan güneş, ay ve Venüs (güneş ve ay
astrolojide günümüzde hala gezegen olarak kabul edilmektedir)
Enuma Anu
Enlil’in (İ.Ö. yedinci yüzyıl)
sonraları yaptığı kehanet yorumunda
önemli bir rol oynamaktadır. [12] Orada Enuma Anu Enlil’de belirli tanrıların
özelliklerinin gezegenlerin özellikleriyle aynı olduğunu görmekteyiz.
Böylelikle, kadim Babil’deki yaşamın ve ışık veren tanrı
Shamash’ın
(Kutsal Güneş) özellikleri güneşin özelliklerine tekabül etmekte, Tanrı
Sin’in genelde güzel olan özellikleri ise ayın özelliklerine tekabül
etmektedir. Sevgi tanrıçası ve ana tanrıça, şifacı ve bitkisel yaşamın
gelişmesine yardım eden İştar ise Venüs’e tekabül etmektedir.[13] Ay
tanrısının (Sümerde Nanna) kadim dönemde belirgin bir önceliğinin
oluşu dikkate değerdir. Bu daha sonra değişmiş, bazı ilahilerde Venüs
tanrıçasından (Sümerde İnanna) göklerin kraliçesi olarak söz edilmiş,
gökler ve ayaklarının altındaki toprak tarafından taçlandırılmıştır. Bu
göklerin kraliçesi Mısır’da Tanrıça İsis olarak, Hıristiyan inancında
ise Meryem Ana olarak karşımıza çıkmaktadır. Bu üçü, baba, anne ve
göksel çocuk olarak görülmektedir. Göksel çocuğu olan benzer göksel anne
babalar Mısır’da Horus inancından dolayı bilinirken Hıristiyan
inancında da varolduğu bilinmektedir.
Ancak, diğer dört gezegen olan
Merkür, Mars, Jüpiter ve Satürn de Enuma Anu Enlil’in kehanetlerinde
yer almaktadır. Enuma Eliş’in
(İ.Ö. 1500 dolayları)
mitlerinin Babil versiyonunda ise Babil tanrısı
Marduk panteonun
liderliğini ele geçirir. Sonraları, kültür ve bilim filizlendiğinde ise
Tanrı Nabu önemli bir pozisyona geçmektedir. Marduk’un
özellikleri Jüpiter Gezegeni’ne, Nabu’nunkiler ise Merkür’e
atfedilmektedir. Gezegen tanrılarının her birinin,
Sümer ve Babil kültürleri sürecinde değişen belirli bir tesir alanları
vardır, bunlar Enuma Anu Enlil’in astrolojik kehanet yazıtlarında tek
formlu bir resme dönüşmektedir. (Ninive Kralı Asurbanipal’in İ.Ö. 669-626
yılları arasındaki geniş kütüphanesindeki yetmiş kil tablet)
Yıldız-tanrıların mitleri, bu tanrıların hangi fonksiyonlara sahip
olduklarını ve neleri yapmaya muktedir olduklarını da tarif etmektedir.
Bu özellikler ve etki alanları oldukça çeşitlidir ve doğal fenomenler;
bitkiler, hayvanlar ile sanat, politika veya inançsal alanları kuşatan
bir tesire sahiptir. Bu özelliklerin kısa bir özeti şöyle olmaktadır:
Güneş hayatı ve aynı zamanda da ölüm ötesiyle birlikte ölüm getiren
kuraklığı tezahür ettirir. Ay genel olarak yaşam ve büyüme için
yararlıdır; İştar-Venüs akşam güneşi, mücadele olarakta sevgi ve sabah
güneşi, Nergal-Mars savaş ve ölüm, Nabu-Merkür bilgi ve bilim,
Marduk-Jüpiter manevi ve dünyevi kuralları ve Nimib-Satürn ise
zor çalışmaları (bilginlerin yaptığı türden), geçici ve zor olan her şey
olarak tezahür eder.[14]
Resim: Babil
Kralı Melichipak II.’nin güneş, ay ve Venüs’ün olduğu Kundurru taşı
(sınır taşı). W. Knappich’den.
Gezegen pozisyonlarını temel alan
kehanet yorumlamasının Mezopotamya’nın sınırlarının ötesine genişlemesi
sürecinde tanrıların isimleri çeşitli kültürlere ve dillere göre
uyumlandırılmış ancak özellikleri, çoğu kısmı değişmeden kalmıştır.
Böylelikle Yunan çağında “Nergal”
“Ares” olmuş, Roma Devri’nde ise
“Ares” “Mars”a dönüşmüş,
ancak bütün bu dönemler boyunca “savaş ve
ölümün yıldız-tanrısı” olma özelliğini hep korumuştur.
“İştar” ise
“Afrodit”, sonra da
“Venüs”e dönüşmüş ve Babil dönemindeki savaşçı yanı
sonradan kaybolmasına rağmen sevgi ve bitkisel gelişim
(horticulture) tanrısı olan yanı her zaman kaybolmadan kalmıştır.
"Marduk" "Zeus" olmuş,
ardından da Jüpiter’e dönüşmüştür.[15] Gezegen aynı kalmış, onun
ihtişamlı-ruhani yönünü temsil eden yükseltilmiş pozisyonu da özünde
değişmeden kalmıştır.
Önce Yunan’a, ardından Roma’ya ait
gezegen-tanrılar Avrupa Din Tarihi’ni yaşatmışlar ve günümüze kadar da
gelmişlerdir. Yedi günden oluşan hafta kavramı ise Roma Dilleri’nde net
olarak izlenebilmektedir ve yedi gezegen tanrısından sonra
isimlendirilmiştir.
Practicae’de on altıncı ve on yedinci yüzyıllarda, bu Romalı gezegen-tanrılar
genellikle tahta kalıpla basılmış resimler formundaki sembolleriyle
ortaya çıkmaktadır. Söz konusu zamanda, gezegenlerin tanrılar tarafından
yönetildiği düşüncesi hala mevcuttu.
On dokuzuncu ve yirminci
yüzyılların astrolojisi de tamamen bu tradisyona dahildir. Astrologların
büyük çoğunluğu artık yıldız-tanrılardan bahsetmeyip onları insanların
içinde varolan güçler olarak anlıyor olsa da; doğanın ve kozmosun
tamamında, Babil yıldız dininin oluşturduğu özellikler temel olarak
değişmeden kalmış ve günümüze kadar gelmiştir.
Babil yıldız-kültü, sonraki
astrolojinin özü ve arşetipi olmuştur. Söz konusu yıldız-kültü aynı
zamanda yedi gezegenin, durağan yıldızların ve takımyıldızlar olarak
birleşen durağan yıldız gruplarının da tanrılar olarak sayıldığı bu
inançsal-dinsel öze ait olmaktadır. İ.Ö. 1200 yılları civarında, içine
kazınmış çeşitli takımyıldız sayılarını gösteren pek çok sınır taşını
bilmekteyiz. Tüm gökyüzü takımyıldızlarla kaplıdır ve dolayısıyla
yıldız-tanrıların sayısı da belirlenemeyecek kadar çoktur.
Güneşin yıllık dönüşünün geniş
şeridi, her biri 30 derece olan 12 eşit bölüme ayrıldığında net bir
düzen ilk defa olarak kurulmuş oldu. Bu bölümler şu anda güneş
yörüngesini, zodyak burçları adı verilen net bir sayıya bölmektedir.
Bunlara kadim Yunan’da “zodiakos”
adı verilirdi. Zodia kelimesi yaşam
formu anlamına gelmektedir. Bu da, yaşamın ilahi (yada şeytani) bir
varlık olarak saygı gören her bir burca sunulduğunu göstermektedir. Aynı
zamanda bu zodyak burçları ve gezegenler kısmen mevsimlere de karşılık
gelmektedir.
Zodyak burçlarının nasıl oluştuğu
henüz tamamen açıklanmış değildir. Klasik filolog Franz Boll, burçların
sadece takım yıldızlardan ekliptiğe
(Dünyanın etrafını
dolaşan ve tropiklere değen büyük halka) yapılan aktarımlar olmadığını,
ekliptiğin birkaç durağan yıldızdan oluştuğunu ve zodyak burçlarının
tamamen tersine, onlara göre çok daha büyük olup; görünen güneş
yörüngesinin uzaysal bölünmesi yoluyla ortaya çıktıklarını yakalamıştır.[16] Dolayısıyla zodyak burçları (astronomik açıdan değerlendirildiğinde)
güneşin yıllık yörüngesinin yoğun olarak gözlenmesinin sonucudur. Bu,
ilkbahar ekinoksu ile başlar, yaz gündönümü, sonbahar ekinoksu ile devam
eder ve yine ilkbahar başlangıcında yıllık siklusunu tamamlamış olur,
böylelikle orta dört ana nokta çıkar ve bunların her biri zodyağın
başlangıç burcunu belirlemektedirler.
Zodyağın on iki bölüme ayrılışı ilk
defa İ.Ö. 419 yılında[17]
çiviyazısıyla yazılmış bir kitabede açıklanmıştır.
Ancak, güneş yörüngesinin dörde bölünüşünden bu 12 bölüme ayrılmış
haline nasıl geldiği bugün güçlükle ortaya çıkarılabilmektedir. Yine de
bu gezegenlerin ve astrolojinin iskeletinin Avrupa geleneğinde
günümüzdeki haline gelişini sağlamıştır. Gezegenlere ve Zodyak burçlarına
tanrılar ya da tanrıların evleri olarak tapınıldığı Sümer ve Babil
dönemlerinde göksel cisimlere ilave olarak, astrolojinin bilimsel bir
dalı da şekillenmeye başlıyordu; gözlemsel ve hesaplamalı astronomi. Bu
bilim dalı yalnızca rahiplere özeldi. Tapınakların inşa ediliş şekilleri
yalnızca yıldız tanrılara tapınmaya değil, aynı zamanda da görünür
göksel cisimlerin hesaplanmasına hizmet ediyordu. Gerçekte bu hesaplama
bizim anlayışımızla bilim değildi, daha çok bir dini uygulamaya aitti.
Yıldız tanrıların karar verme çalışmalarına hizmet ediyordu; yani savaş
mı yoksa barış zamanları mı, hastalık ya da açlık mı yoksa bol ürün mü
göndereceklerdi?... Enuma Anu Enlil’in kehanet metinleri aynı zamanda
gezegenlerin hareketlerini ve onların diğer gezegenlerle oluşturdukları
takımyıldızların hesaplanan pozisyonlarını bildirmektedir.
[18]
Özellikle korkulan ay ve güneş tutulmalarının zamanları için yapılan
önceden tahmin etme çalışmalarının İ.Ö. 747’lere uzandığı biliniyor.
[19]
Benzer şekilde, gökyüzünün merkezi, Zenit (başucu noktası), kesin olarak
doğudan yükseliş ve yükselen şeklinde belirlenebilir.
Şu andan itibaren astrolojiden
bilimsel gözlem ile yıldızlara tanrı olarak tapınmanın birleşiminden
oluşan bir anlayış ile söz edebiliriz. Bütün detaylar burada açıklanamasa
da, gök cisimlerine inançsal bir yaklaşımla tapınılmasının gözlemsel
bilime ne kadar bağlı olduğu; astrolojinin aynı zamanda hem din hem de
bilim olmak isteği yukarıda anlatılanlardan çok net anlaşılmaktadır. Ve aynı zamanda da
Astrolojiyi meydana getiren temel prensibin de altı çizilmiş olmaktadır.
Kozmosun ilahi bir biçimde düzenlendiği ve yönetildiği içsel bir
inançtır ve gökyüzünde meydana gelen ve hesaplanabilen her şey,
dünyadaki olaylarla gizemli bir şekilde yakından ilişkilidir.
Mezopotamya astrolojisi, gelişmiş
hesaplama yöntemleriyle birlikte, Helenistik Dönem’de tüm Akdeniz
Bölgesi’nde hızla yayılmıştır. İ.S. 280 yılında, Babil'li Marduk rahibi
Berossos, bir Yunan Adası olan Kos’ta bir astroloji okulu kurdu.
Atinalıları önceden bildikleriyle öyle etkilemişti ki, altından dili
olan bir küçük heykeli ona ithaf etmişlerdi.
[20] Bu
süreçte, bireysel doğum astrolojisi popülerlik kazanmıştı. Astrologlar
daha önce ülke meseleleri ve doğal olayları gözlemlerken, horoskoplar
artık bireyler için de üretiliyordu. Horoskoplar doğum anı için doğum
yeri göz önüne alınarak ve bireyin yaşam süreci, eğilimleri ile ilgili
bilgi sağlamak amacıyla üretiliyordu. Hala mevcut olduğu bilinen en eski
doğum horoskopu daha önce de bahsedildiği gibi İ.Ö.410 yılına
uzanmaktadır.
Özetleyecek olursak; Sümer-Babil
astrolojisi net olarak, gök cisimlerine tanrılar olarak tapınılmasının
ve insanların kendi yollarını hesaplamasının
(yol haritalarını
belirlemelerinin) kesin yöntemlerinin
çağdaş gelişimidir. Mısır astrolojisinde, gezegenlerin kesin olarak
hesaplanmasının daha az önemli olduğunu biliyoruz. Ayrıca kozmosun
inançsal bütünlüğünü ve insanı temel aldığı da gerçektir ancak
daha detaylı bakıldığında astrolojideki diğer yönleri önemsediği
görülmektedir.
|