Gündelik
konuşmalarımızda da çoğu zaman sözümüzün etkisinin farkında
olmayız. Öylesine, gelişi güzel fikir beyan eder ve sözümüzün
karşımızdaki kişiyi ne şekilde etkilediği, onu rencide edip
etmediği konusunu düşünmeyiz bile. Sürekli konuşup hiçbir şey
söylemeyen birçok insan vardır sizin de gözlemlediğiniz gibi.
Konuşmuş olmak için konuşurlar. Bu durumlarının da farkında
bile değildirler. Aslında insanların çoğu farkında olmaktan
korktukları için çok konuşurlar veya sürekli bir işle meşgul
olmaya çalışırlar. Hiçbir işleri yoksa da ya televizyon
seyrederler veya müzik dinlerler. Bu tür davranışların altında
hep kendisi ile baş başa kalma korkusu yatar. Çünkü kendi ile
baş başa kalmak, kendinin farkına varmak demektir ve bu durum
pek çok insanın hoşuna gitmez.
Neden
insanlar kendileri ile baş başa kalmaktan hoşlanmazlar hiç
düşündünüz mü? Çünkü kendi ile baş başa kalan insan o anın
farkına vararak yalnız olmanın derinliğini yaşar. İnsanlar
an’da
değil zamanda var olmayı tercih ederler. Zaman geçmiş ve
geleceği içerirken, an ikisini de dışlar. Geçmişte
hatıralarımız, gelecekte ise ümitlerimiz ve beklentilerimiz
vardır. Yani geçmiş ve gelecek çokluktur. An ise tekliktir.
Geçmiş ve geleceğin çokluğunda kendimizin dışında birçok
insanı ve olayda vardır. Oysa ki
şimdiki an içinde biz ve dikkatimizi gerektiren konudan başka
hiçbir varlık yoktur. Farkında olmak da bizim konumuzla
bütünleşmemiz demektir. Yani, ikilik yerini tekliğe bırakmış
demektir.
Şimdiki anda korkutucu bir yalnızlık vardır. Çoklukta huzur ve
güven buluruz. Çokluk oldu mu bizi koruyan, bize sahip çıkan
ve seven varlıklar vardır. Ama an içinde
teklik
(birlik) vardır ve bu durum pek çok insanı huzursuz yapar.
Zaman içinde yaşayan insan büyüme gereği duymaz. Sürekli onu
koruyan ve seven varlıklarla sarılı olduğundan sürekli bir
çocuk olarak yaşamını sürdürebilir. Zaman bizim güven
duygumuzu besler ve bizim farkında olmamızı engeller.
Farkında olmak demek an içinde yaşamak, yani şuurlu ve uyanık
olmak demektir.
Yaşam
koçunuz sizsiniz!
Bunun için
de insanın kendi ile baş başa kalıp yüzleşmesi gerekir. Bir
diğer ifadesi, insanın kendini tanıması gerekir. Oysa kendini
tanımak ve kendisiyle yüzleşmek, bazı duygu ve düşünceleri
bilinçaltına bastırıp sonra nedeni anlaşılmayan, sıkıntılar,
korkular, karamsarlıklar yaşamaktan çok daha iyidir. Üstelik
bu modern çağda her insana kendi tarzına uygun şekilde ona
destek verecek, terapi yapacak ya da yaşam koçu olarak rahat
yürümesini sağlayacak pek çok imkan varken, sıkıntıyla
yaşamayı seçmek zaman kaybı değildir de nedir? Aslında en iyi
yaşam koçu insanın kendisidir ama zaman zaman dış destek
almakta çok yararlı olabilir…
Asrın
başında yaşamış olan büyük mistik Gurdjieff hep
“Kendini
hatırla”
derdi. Bu sözle
“kendi varlığının farkında ol”
demek isterdi.
Hareketlerinin farkında ol, sözlerinin farkında ol, hatta
mimiklerinin farkında ol. Farkındalığın ilk adımı
hareketlerinin farkında olmaktır. Bunun için Gurdjieff
‘Stop’
oyununu
icat etmişti. Etrafındaki öğrencilerine hiç
beklemedikleri bir anda ‘stop’ der ve onların o anda heykel
gibi hareketsiz kalmalarını isterdi. Bu çok zor bir oyundu.
Örneğin tam çay içerken çay bardağı dudağınıza değdiği anda
stop dendiğini düşünün. Çayı içemezsiniz. Bardağı
geri koyamazsınız. Elinizi oynatamazsınız. Ne kadar zor bir
durum değil mi? Ama Gurdjieff ‘Tamam’ diyene kadar o durumda
kalmak zorundasınız. Gurdjieff bu oyunu farkındalığı arttırmak
için icat etmişti. Çünkü biliyordu ki farkındalığın ilk adımı
bedensel ve fiziksel farkındalıktır. Ondan sonra konuşma ve
nihayet var olma farkındalığı gelecekti. Var olma farkındalığı
en ileri derecede şuur hali gerektirir. Varlığın farkındalığı
etki-tepki mekanizmalarının ötesine geçmeyi gerektirir. Sizin
neden var olduğunuzu ve hangi amaca hizmet ettiğinizi farkına
varmanız gerekir. Bu şuur hali de en zor olanıdır.
İnsanlar bu
dünyada doğarlar yaşarlar ve ölürler. Fakat pek çoğu neden bu
dünyaya geldiğini ve hangi amaca hizmet ettiğini veya hangi
ideolojinin oyuncağı olduğunu düşünmez bile. Yani kendine soru
sormak ihtiyacı duymadan yaşar sonra çekip gider bu güzel mavi
gezegenden… Bu tip insanların yaşamları bir hay-huy, bir
etki-tepki mücadelesi içinde sürüp gider. Çalışırlar,
evlenirler, çocuk yaparlar, çocuk büyütürler, yaşlanıp emekli
olurlar ama bir gün olsun
“benim bu
dünyada var olmamın amacı nedir acaba?”
diye sormazlar. Çünkü bu sorunun cevabını vermek için
kendileri ile yüzleşmeleri, yani baş başa kalmaları gerekir. Ne
geçmişin hatıraları ne de geleceğin hayallerinden
etkilenmeden, objektif ve çıplak gözlerle kendini görebilmek
öyle önemlidir ki, bu bakış, bu duruş bir kere elde
edildikten, gerçeğin tadına bir kere varıldıktan sonra da
vazgeçmek mümkün olmaz. Anda veya anında durumun şuurunda
olmak yani uyanık olmak, keskin bir şuur halidir ve kendine
göre doyulmaz bir tadı vardır. Ve aslında da hiç korkutucu
değildir. Karşılaştığınız her duruma anında hakim olmak, onu
hemen toparlayıp, gerekeni yapmak sonra da o duygudan ya da o
şuur halinden çekip yeni bir hale gitmek istemez misiniz? Ama
etki ve tepkinin ötesinde durumun şuurunda olabilmek için
beklenti ve saplantılardan kurtulmuş olmak gerekir. Hepimizi
zorlayan da budur, saplantı ve beklenti yani geçmiş ve
gelecek…
Beklentiler gelecekle, saplantılar ise geçmişle
ilgilidir. Tıpkı süregelen ince uzun bir yol gibi, her şeyi
ardı ardına eklemekten öyle hoşlanıyoruz ki ya da bu tip
düşünmeye öyle alıştık ki! Oysaki an’da yaşayınca ne geçmişin
takıntıları ne de geleceğin beklentileri etkindir. An’ın
farkına vararak yaşamak demek tercihli olmayan değerler
üretmek demektir. Hiçbirinin diğerlerine göre daha önemli
olmadığı güçler, erdemler ve bilgiler. Yani bir bakıma kendi
egomuzu (nefsimizi) ön plandan geri çekip, arka plana
çekebilmeye benzer bu durum. Etki-tepki mekanizması içinde
olan egomuzdur. Egomuz yani nefsimiz bizim ne kadar önemli bir
varlık olduğumuzu hep tekrarlayıp durur. Egomuz sürekli bizi
korumaya çalışan bir kalkan gibidir. Devamlı bu ego kalkanının
arkasına sığınarak kendimizi güvende hissederiz. Bu korunma
mekanizmasını da çoğu zaman
“haysiyet, izzeti nefis,gurur, haklılık”
gibi kavramların arkasına gizleyerek kendimizi haklı
göstermeye çalışırız.
Anda
Yaşamak
Oysa ki
an’da yaşayıp farkında olmak kendi ile her an karşılaşmak,
durumu olduğu gibi görmek demektir.
Yani bize daha çok zarar verecek, gereksiz bir yansıma veya
odak bozukluğu oluşturmadan, durumu görmek, anlamak, gerekeni
yapmak ve bundan mümkün olduğunca az etkilenmek… Hiç mi derin
etkilenmeyeceğiz de diyebilirsiniz. Derin etkilenmek de çok
iyidir ama burada amaç ne olursa olsun konuyu fazla uzatmadan,
akmakta olan diğer anlara geçebilmek ve yaşama anlar içinde,
kare kare çekilmiş fotoğraflar gibi yetişmektir. Bunu
başarabilmek için de hiçbir değerin diğer bir değere göre daha
tercihli durumda olmaması gerekir. Örneğin, “Ben ailemi
her şeye tercih ederim. Önce eşim ve çocuklarım gelir. (Veya
işim de diyebilirsiniz, sonuç fark etmeyecektir) Sonra diğer
insanlar” dediğimiz vakit olayları tarafsız bir gözle
inceleyemeyiz. Eğer çocuğumuz okulda kavga etmişse mutlaka
kavga eden diğer çocuk suçludur. Eğer çocuğumuz derslerde kötü
not almışsa mutlaka öğretmen kötüdür. Ya kötü ders anlatmıştır
veya çocuğumuza bir garezi bir takıntısı vardır. İşimiz için
de aynı örnekleri vermek mümkündür. Bu gibi örnekleri
arttırabiliriz.
Tercihli
değerler içinde yaşayan insanlar için daima kendileri haklı,
karşılarında duran da haksızdır. Bunu gündelik yaşamda
gördüğümüz gibi, politikada ülkeler arası ilişkilerde de
görüyoruz. Kendini tehdit eden bir hayali düşman yaratarak
varlıklarını sürdüren ülkeler, aslında en fazla korku içinde
yaşayanlardır. Bu korkuyu da alet olarak kullanırlar. Korku
sayesinde ülke halkı istenileni daha kolay kabul eder. Korku,
insanın bağımsız düşünmesini engeller. Korku insanın
büyümesini engeller. Sürekli çocuk kalan insan ise daha kolay
alet olur. Oyuncak haline gelir ve hiçbir zaman şuurlu bir
varlığa dönüşemez. |