Gerçekten küçücük ve doğallığı bozulmamış bir köy burası. Nepal’le Tibet
sınırı arasında. Bahirahwa’nın dağ köylerinden biri…
Adını bir türlü tam tekrarlayamadım, yazarken bile zorlandım, dilim zor
döndü. Doğan “önemli
değil sıkma kendini, sen adı sanı bırak da çok istediğin içsel
yolculuğunu gerçekleştirecek kişiye rastlayacağına sevin” dedi.
Kahkahalarla güldük benim halime…
Nepal yolculuğum sırasında turizmin yöre insanin kültürünün uğrattığı
dejenerasyona bu köyde pek rastlanmıyor. Tam Nepal’de sade köyleri,
köylüleri, doğal köy yaşantılarını görüp yaşayabileceğimi sanarak
masumca bir yanılgıya
kapılmışım derken; burası işte aradığım o yer duygusunu uyandırdı bende.
Maalesef dünyanın her yerinde olduğu gibi, Nepal’de de turizm yapacağını
yapmış, turist parası peşinde, açıkgöz insanların ön plana çıkmasına
sebep olmuş. Aileler çocuklarına yürümeyi öğrettikten sonra,
turistlerden nasıl para şeker ve kalem isteyeceklerini öğretir olmuşlar.
Büyüklerle ise sohbet etmek pek mümkün değil. Her selamlaşmanın ardından
ya bir şey satmaya çalışıyorlar, ya da otellerine veya lokantalarına
çekmeye. Nedense yerliler, gelen turistlerin, halkı, geleneklerini,
yemeklerini, köy yaşantılarını görmek ve tanımak isteyebileceklerini
akıllarına getirmiyorlar. Ya da gelen turistlerin çoğunluğu gerçekten
bunlara ilgi göstermiyor. Son model kameraları ile gelip bir kaç dağ ve
güneş doğuşu çektikten sonra evine dönen turistler çoğunlukta.
Nepalli’ler her yerde turistlerin hoşuna gideceğini düşündükleri şeyleri
sunmaya çalışıyorlar. Batı yemekleri, copa, bira, pastalar, örneğin
Pokhara'da bütün lokantalarda Bali müzikleri, akşamları gösterimde olan
Hollywood Filmleri, İnternet kafeler var. Doğrusu çok moralimi bozmuştu
bu gördüklerim, burada da mı? İnanamıyorum dememe neden olmuştu.
Ama bu köyde her şey farklı ve çok sade. Bilge Asita’nın burayı neden
seçtiğini anlamak sanırım hiç zor değil.
Doğan köyde fazla oyalanmama izin vermedi, “yolumuz uzun,
burayı sonra incelersin, dağa doğru çıkacağız” dedi ve başladık ahlaya,
oflaya tırmanmaya, ben o kadar heyecanlıydım ki, o ince ve dar patikadan
nasıl tırmandığımı bile tam anımsamıyorum. Minik, tahta ve sade kulübesi
köyden epey uzaktaydı, tam tepede demek daha doğru olur.
Tepeye tırmandığımızda aşağıdaki vadiye uzun uzun baktık ikimizde, manzara
öyle olağanüstü görünüyordu ki…
“Hadi gel artık” dedi Doğan “oyalanmayalım bizi bekliyor.”
Kapı aralıktı, içeri girdik. Son derecek sade ve tahta eşyalardan oluşan
bu minicik kulübede tanımlanamayacak bir ferahlık ve güzellik duygusu
algıladım. Bilge Asita evde değildi, tam “ eee boşuna mı geldik”
diyecekken, bahçeden bizi çağıran insanın içine işleyen tok sesini
duyduk. “Buyrun buyrun sizi bekliyordum, sizi bahçede ağırlamak isterim
öncelikle” dedi. Kulübenin ön kısmından belli olmuyordu ama arkada
ekilmiş, düzenli bir bahçe, çeşitli sebzeler, ağaçlar, tahtadan
oturulacak bir sıra ve bir masa vardı. Üzeri de bir çardakla
kapatılmıştı. İlk
karşılaşmamızı sanırım pek unutamayacağım, bu heybetli ve derin gözlü
insanda kendine has bir bilgelik olduğunu hissetmemek mümkün değildi.
İnsanın içine işleyen gözleri ve tok sesiyle çok kendinden emin ama bir
o kadar da sevecen bir ifadesi vardı.
“Gelin çardağın altında size ot çayı ikram edeyim”
derken, sanki sesiyle
insanın ruhunu okşuyor gibiydi. Neden bilmiyorum ama benim birdenbire
gözlerim doldu, çok heyecanlanmış olmalıyım diye düşündüm.
Bize kibar bir şekilde yolculuğumuzun nasıl geçtiğini sordu, sonra bana
dönüp, “demek içsel yolculuk yapmak ve kendini aramak için taa buralara
gelen kız sensin” dedi ve çok sıcak bir gülüşle gülümseyerek ekledi,
“aslında kendini aramak için buralara gelmene pek gerek yoktu, nerede
olsan sorularının yanıtlarını bulurdun, öğrenci hazır olduğunda öğretmen
ona mutlaka ulaşır ama olsun madem ki buradasın biraz sohbet edelim ve
senin kendini bulman için ilk basamakları birlikte inşa edelim”
dedi.
Oh hemen konuya giriyoruz diye çok rahatladım ve doğal bir acelecilikle,
buralarda kalmak için fazla zamanımın kalmadığını, mümkünse en kısa
yoldan öğrenmek istediklerimi öğrenip dönmek istediğimi söyledim.
Gülümsedi ve “peki” dedi.
“O zaman bizim buralarda pek sevilen bir öykü
ile başlayayım sözlerime; senin gibi hevesli bir öğrenci bir gün bir tapınağa gitmiş. Usta'yı
bulup ona şöyle sormuş; sizin topluluğunuza katılmak ve aydınlanmak
istiyorum. Ne kadar zamanı mı alır?"
"On yıl." demiş Usta.
"Ya gerçekten çok sıkı çalışırsam, gayretlerimi ikiye katlarsam?"
"O zaman yirmi yıl." demiş Usta.
"Bu haksızlık! Niçin ikiye katladınız?"
Bunun üzerine Usta şöyle cevap verdi: "Sizin durumunuzda, korkarım otuz
yıl sürecek.
Ve ekledi: “Bir öğrenci, bir içsel yolcu olarak ilk öğreneceğim şey
acele etmemek olmalıdır çünkü kendini aramanın yeri, zamanı, saati
yoktur, aydınlanmanın seni ne zaman ve hangi olayla gelip bulacağını
asla bilemezsin belki de bir süre burada kalman gerekebilir, şimdiden
karar verme, öncelikle kendini rahat bırakmayı öğrenmelisin.”
Biraz utandım ve önüme baktım. Beni daha fazla mahcup etmemek için
“Hadi
hadi gelin önce sizin için pişirdiğim şu güzel ot çayından içelim, biraz
rahatlayalım da sonra sorularınızı sorarsınız.”
dedi ve yine aynı
huzurlu ve kendinden emin ifade ile çayları doldurmaya gitti.
Ne soracağımı, ne diyeceğimi tamamen unutmuştum, oysa bütün gece neler
sorabileceğimi düşünüp ne güzel sorular hazırlamıştım, kendimi rahat
bırakmaya karar verdim.
Bunu hissetmiş olmalı ki, elinde çaylarla döndüğündü,
“evet şimdi daha iyi bir durumdayız, gerginlikle
ve acele ile bizim hiç işimiz olmaz” dedi
bizlere… |