Bu sabah tek başıma yürüyüşe çıkmak istedim. Biraz düşünmek istiyorum.
Döneyim mi, kalayım mı? Neyse en iyisi kendimi olayların akışına
bırakayım, bakalım yeni bir şeyler olursa kalırım yoksa dönerim. Neyse
önce Doğan beni bu gizemli bilgeye götürsün de sonra karar veririm.
Ama bu götüreceği kişi bir rinpose yani bir Budist rahip filan değil.
Çok daha gizemli ve özgün biriymiş. Onu ya hiç sevmez bir daha gitmek
istemezmişsin, ya da seni eğitime almayı kabul ederse, eğitim bitene
kadar da sen gidemezmişsin yani ayakların, ruhun, gönlün gitmezmiş bir
türlü oralardan. Şaşırdım ve heyecanlandım …
O da heyecanlıydı, nedenini çok sonra anladım.
‘Biraz tırmanacağız dağa
doğru’ dedi. ‘Sık dişini sonuçtan çok memnun kalacaksın önemli olan
onun seni kabul etmesi’ diye de kendinden çok emin devam etti.
Tanışacağım bilge öğretmen bir münzevi ve tüm kalıpların dışında
yaşadığı iddia ediliyor, özgün ve tek başına. Himalayalar’a tırmanırken
rastlanan küçük dağ köylerinden birinde yaşadığı söyleniyor hatta daha
doğrusu bir mağarada yaşadığını söyleyenler de var. Kendi küçük evinin
bahçesinde misafirlerini kabul ettiğini söyleyenler de… Adı ise beni
duyduğumda çok heyecanlandıran bir ad. Adını söyleyince siz de
şaşıracaksınız ne biliyor musunuz?
“Bilge Asita”.
Doğan adını ilk söylediğinde,
‘Tanrım olamaz bu bir
rastlantı mı? Yoksa benim içsel yolculuğumun ödülü mü?
dedim.’ Buda’nın
öyküsünde çok hayran olduğum bilge ile şimdi gitmekte olduğum münzevinin
adı aynı idi. Tekrar doğuş konusunda hiçbir zaman iddialı olmadım ama bu
O’ muydu yoksa? Yok canım! Buranın mistik havası benim de aklımı başımdan
aldı herhalde. Yani anlayacağınız biraz gizemli ve efsanevi bir kişilik.
Gerçek mi onu bile tam anlayamadım ben. Doğan
‘seni onunla
tanıştıracağım’ diyor.
‘Eh iyi çok sevinirim, çok ihtiyacım var’ dedim.
'Önce seni Boudnath’a götüreyim, orada Budist rahiplerin bizim gibiler
için yaptığı söyleşileri dinleteyim sonra da dağlara çıkarız’ dedi.
Hemen sevinçle kabul ettim. Az günüm kalmıştı, ne yapacağıma bir an önce
karar vermek istiyordum. Gruptan izin aldım, bunun benim için önemini
anlattım. Rehberim önce konuyu anlayamadı ama sonra, çok nazik davrandı.
Yola
koyulduk. Kendi yükümüzü taşıdığımız, kamp yaptığımız, rehber
kullanmadığımız için, gittiğimiz her yerde oldukça tuhaf karşılandık.
Hani Türkiye’de köy yerine gidersiniz herkes uzun uzun sizi süzer ya
işte öyle oldu gerçekten, çok güldüm. Çocuklar hemen halka oluşturur ya
etrafınızda, gittiğimiz dağ köylerinde de ayni şey geldi başımıza,
yalnız çok daha yoğun olarak. Hatta bu boş, uzun süzme olayına batılılar
bir isim bile takmışlar "Asya bakışı", “Asman stere.” Birisi bana
söyleyene kadar dikkatimi bile çekmemişti. Bizim memleketten alışığım ne
de olsa. Özellikle kamp yaptığımız yererde hep dağ yürüyüşü firmaları
ile gelenler kalıyorlardı, yani hamallı ahçılı ve rehberli gruplar.
Bizim gibi yalnız başına yürüyüş yapan hiç kimse kamp yapmıyordu.
Oteller yani Dodge’lar dururken kamp yapmak da ne oluyor!
Dodge’lar genellikle aileler tarafından işletiliyor. Büyük çoğunlukla
kadınlar ve sevimli çocuklar çalışıyor. Kendileride otelin bir
köşesinde kaldıkları için, kendimizi aile ortamında hissettiğimiz
zamanlar çok oldu. Köyler çok güzel yerlere konuşlanmışlar. Dik
yamaçlara kurulu bu köylerde, teraslandırma yapılarak tarıma olanak
sağlanmış. Genellikle pirinç mısır, sebze ve buğday ekiyorlar. Ormanlar
ise enfes, Himalayalar'da orman sınırı çok daha yüksek Türkiye’dekinden.
Sınırlı doğa bilgimle gözlemleyebildiğim kadarıyla çam, bambu,
rhododendron, fire, meşe, palamut ormanları vardı. Sonbaharın
kızıl-sarı yapraklarının çevremizdeki doğal atmosfere
katkısını sözcüklerle ne kadar anlatırım bilemiyorum. Annapurnalar'in,
Dhaulagiri'nin ve Machapuchare'nin yakından nefes kesici görüntülerini
ise yazıya dökmek pek mümkün değil. Bir günlük yürüyüşümüz boyunca bu
dev kütlelerin görüntüsü öylesine içime işledi ki şu anda bile gözlerimi
yumsam en ufak ayrıntısına kadar oluşturabilirmişim gibi geliyor
görüntüyü.
Sonunda söylediği küçücük köye vardık. Adı sanı bile yok bazılarının.
Çok heyecanlandım, ‘dur biraz’ dedim.
Dinlenmek ve hazır olmak istedi yüreğim. Aslında hepimiz, içimizdeki o
sırrını bir türlü ele vermeyen gizemin peşinde değil miyiz? Kristalden
bir sırça sarayı olmayan kim var ki? Kimi bu sırçayı hissetmiş kimi
etmemiş, olsun ne fark eder, nasıl olsa o da birgün içindeki bu sırça
saraya girmek isteyecek ama her yer kristal ve şeffaf, adımları çok
dikkatli atmak gerekecek, ya basamaklar kırılırsa?
İçimizde neler gizli, ne var o koca koca kabukların altında, yaşamdan ve
kendimizden neler saklıyoruz? ‘Sırça sarayımın kuleleri yıkılmaz
inşallah’ dedim içimden. ‘Kabuklarım aniden kırılırsa, o ince duvarı
yırtıp geçersek, içinden ne çıkacak, ışığa dayanır mı gözlerim? Çok
kamaşmasın da’… bir an hafif bir ürperti geçti içimden…. Sonra ‘hadi
hadi yürü dedim. Hani bu kadar korkak olmayacaktın, söz vermiştin
kendine’. |