Nea Nepal'de

Bölüm 11

WWW.ASTROSET.COM

  BİLGE ASİTA ANLATIYOR

  Bu özel insanın yanında olmak insana çok derin şeyler hissettirse de insanın kalıpları değişmiyor tabii, aceleci yapım hemen devreye girdi, yine söze başlamak için sabırsızlandığımı hissettim ve dayanamayıp sordum: “Sizce bilgelik nedir ve nasıl elde edilir? Çok okuyarak mı? Çok gezerek mi? Çok yaşayarak mı?"
  Bana baktı ve kahkahalarla gülmeye başladı. Neye uğradığımı şaşırdım. Hiçte komik bir soru sorduğumu sanmıyordum. “Sizin kadar hızlısına az rastlanır, hemen can damarı sayılan bir soruyu sorup, işimi bitireyim diye düşünüyorsunuz. Belki haklısınız, sizin batı kültürünüz faydaya yönelik, pragmatik bir kültür ama doğu bilgeliğinde bu mantık hiç işlemez. O yüzden de, sizin bir süre burada konaklamanıza karar verdim. Bir süre benimle kalın, meditasyon, yürüyüş, bahçe çapalamak, kendi yemeğinizi yapmak, bulaşığınızı yıkamak, çamaşırlarınız yıkamak gibi doğal şeylerle uğraşın derim, bu size çok iyi gelecek bana inanın, asla zaman kaybetmiş olmayacaksınız.”

  Doğanla birbirimize baktık, o istekli görünüyordu, bende kendimi bu konuda şartlamamıştım aslında. “Peki” dedim. “Neden olmasın” madem bunun iyi geleceğini söylüyorsunuz.
  Yanıtıma sevindiğini hissetim, çok sıcak bir gülümseme dolaştı yüzünde, peki o zaman size küçük bir Nepal öyküsü daha anlatayım, hem yol yorgunluğun geçer, hem konsantrasyonunuz artar sonra bilgelikle ilgili sorunuzu yanıtlamaya başlarım dedi ve başladı anlatmaya;

  “Güneşli bir günde genç bir çoban keçilerini otlatmaya çıkmıştı. Kuşluk vakti bir tepeye tırmanıp oradan hayvanlarına bakmak geldi aklına... Yüksekten bakınca Hetauda köyü görünüyordu. Genç çoban gözleri dolarak kendi kendine "Bizim ev nerede? Ah, işte ta şuradaki mavi boyalı" diyerek oyalanıp duruyordu.
  Birden bir gürültü işitti. Başını çevirince bir de ne görsün! Yanı başında pek güzel bir kız durmuyor mu? Boylu poslu, mavi gözlü, sarı saçlı...
  Öyle güzeldi ki, tıpkı bir kraliçeyi andırıyordu. Şaşkınlıktan dili tutulan çoban, olduğu yerde kalakaldı. Kız konuşmaya başlayınca sesi sirenlerin ezgisiyle yılanların ıslığı arasında bir türkü gibiydi.
"Korkma" dedi, "Senden bana yardım etmeni istiyorum."
"Ben sana nasıl yardım edebilirim ki?"
"Çok kolay... Bak ben Hetauda Krallığı’nın ecesiyim. Ama benim ülkeme büyü yaptılar. Sen beni mabedin kapısına kadar sırtında taşırsan büyü bozulacak. O zaman sen hem benim eşim, hem de ülkenin efendisi olacaksın."
  Genç adam biraz düşünüp "Olur" dedi.
"Ne kadar iyisin!" diye sevindi güzel kız, "Ama önce seni bir konuda uyarmalıyım. Yol boyunca başını çevirip bana bakmayacaksın, ta mabedin kapısına varana dek... İnsanlar sana ne söylerlerse söylesinler aldırmayacaksın..."
  Genç adam kızı sırtına alıp köye doğru yola koyuldu. İlk evlere ulaştıklarında, karşılarına çıkanlar hemen uzaklaşıp korkulu gözlerle çobana bakıyorlardı.
"Bu boynuna dolanmış zehirli yılanla nereye gidiyorsun?" diye çığlık attı çocuklardan biri...
  Genç çoban bunun bir şaka olacağını düşünerek yürümeyi sürdürdü. Ama az sonra rastladıkları bir başkası da aynı şeyi söyleyince, genç çobanın korku girdi içine... İyice de meraklandı.
  Mabede varmasına birkaç metre kalmıştı ki, dayanamayıp başını çevirince, dişleri arasından keskin ıslıklar çıkaran
dev bir yılan görüvermez mi, karşısında! Yılan, korkunç dilini sağa sola oynatıyordu. Genç adam son hızla yılanı boynundan çözüp olabildiğince uzağa fırlatıp attı. Yılan yere düşer düşmez silindi gözden...
İşte bu nedenle kurtulamadı büyüden Hetauda Krallığı.

  Gülümseyerek şunları da ekledi öyküsüne; “Doğu’da Maya aldatması, dünya cazibesi denen bu büyüyü bozmak için bir yolda yürümeye karar vermiş olan öğrenci öncelikle başkalarının ne dediğine aldırmaktan vazgeçmeyi öğrenmelidir, onu büyüden kurtarıp uyanmasını sağlayacak ve mabedin kapısına ulaştıracak tek gerçek budur” dedi.

  Çok etkilendiğimi hissettim, bu öykü bende derin bir hissediş hali ve hatta hafif bir baş dönmesi yaratmıştı. Orada öylece kalmak ve içime dalmak istedim. “Beni sevgi dolu gözlerle inceledikten sonra acele etmeyin genç yolcu az sonra arkadaşınızla sizi serbest bırakacağım, biraz çevreyi dolaşır sonra saat tam 6’da burada olursunuz. İlk meditasyonumuzu yapacağız ve sonra pirinç lapası yiyeceğiz birlikte akşam yemeklerinde mideyi çok doldurmamak, ruhsal çalışma yapanlar için çok iyidir” diyerek, “evet şimdi gelelim bilgelik sorunuza, her ne kadar bu soru siz yaşadıkça ve bir aşamaya geldikçe şekil değiştirecekse de ben ilk tanımını vereyim sizlere, "bir tür her şeyi biliş hali; her şeyi idrak etmiş olmak. "Aşmış" "aydınlanmış", günlük tasa ve kaygıların yara açmadığı zihin haline ulaşmaktır” diyebiliriz ve ekledi. “Hatta insanın iç mabedine doğru yaptığı hiç bitmeyen sonsuz bir yolculuktur da diyebiliriz, bilgelik oldum, bittim denilebilecek bir şey asla değildir; sizinle birlikte doğar, yaşar, sizinle birlikte nereye gidiyorsanız oraya gider, sonsuzluk kapısındaki tek arkadaşınız, tek dostunuzdur.” Bu hal, okuyarak, gezerek, yaşayarak elde edilecek bir hal ya da yaşlılıkla gelecek bir olgunluk değildir, yaşlılığı bilgelik için bir garanti olarak düşünmemek gerekir. Küçük bir çocuk, entellektüel bilgisi olmasa da kendi saflığının içinden bilgece davranabilir. Sizin "ay, örümcek ağıyla oynama, pis, bırak' dediğiniz bir sırada,o çocuk " ama örümceğin evi bozuldu döndüğünde üzülmesin diye onarmalıyız. Hiç birşey bulmamasından iyidir! " Demesi durumunda kim bilgedir ? Çok okumuş, çok gezmiş ve ondan daha çok yaşamış biz mi?

  Çoğu gerçek bilgeler bunları yapmadan bilge olurlar. Aydınlanma ani, kendiliğinden geliverir ama ardında uygulamalar vardır. Bu uygulamalar sandığımız gibi mabetlere kapanıp bütün gün meditasyon yapmak şeklinde olmayabilir, günlük yaşamındaki eylemlerini büyük sadelik, saflık ve doğruluk içinde yapması o insanı aydınlanmaya götürebilir. Örneğin, Zen Budizmin kurucusu, birden aydınlanıverenlerdendir. Ve şimdilerde hepimizin kafasını allak bullak eden o koanların yeşereceği bilgi sistemini de bu doğallık içinde kurmuştur.

 “Bizler, bilgeliğe özenen ama benliğimizin hep ayak bağı olduğu insanlarız”. Ne garip çelişki değil mi? Yaşamdaki her şeyi benliğin penceresinden görüyoruz. Ben, ben düşünüyorum, ben inanıyorum ki, ben yaptım, ben hallettim. Hisseden benim, duyumsayan benim diyoruz. Hayır siz değilsiniz desem şaşırmaz mısınız? Beninizden o kadar eminsiniz ki! Siz siz misiniz gerçekten ya da şöyle sorayım siz ne zaman gerçek siz olursunuz, bunu hiç düşündünüz mü? Bana sorarsanız, siz siz değilsiniz henüz. Ad verebildiğim, deneyimleyebildiğim her şeyi ben yapıyorum diyorsunuz da, sizin de bunları yapıyor olduğunuzu söylemeniz, bende pek iz bırakmıyor. Benlik için, diğerleri, diğer herkes ve her şey bir tür sanal alem. Oradalar ama ayrılar. Onları duyuyorum, hissediyorum ama bunu yapan benim diyorsunuz da hangisi gerçek acaba, bunları yapan siz otomatik bir siz olduktan sonra, içgüdüleri ile hareket ettikten sonra ne kadar sizi tanımlar acaba?

‘Ben de o zaman derim ki: Bizler, dünyaya doğduğumuzda aslında şu anki halimize göre daha bilge varlıklardık’. Bir örnekle açıklamaya çalışayım; Zihnimiz, zihinsel varlığımız boş bir odadır. Duvarları beyaza boyalı, temiz bir oda. Odanın tam ortasında ise bizde, özümüzde var olan özellik güzel bir sanat eseri gibi durmaktadır. Amacımız, başlangıçta, o güzel nesnenin güzelliğini, anlatmak istediği ilkeyi sergilemek, onu herkes için görünür kılacak hale getirmektir. Yaşama amacımızı, hayata geçirmektir. Ancak, benlik ki dünya üstünde yaşamak için çok gerekli bir araçtır devreye girip, bu güzel şeyden daha fazlası gerekiyor diye diye bizi çekiştirip durmaktadır da, bu paradoksal durumu hem yaşamak, hem aydınlanmak nasıl olacaktır? İşte asıl soru budur bence” dedi.

  Sözlerini bitirdiğinde bir an biraz yürümek ihtiyacı içinde olduğumu hissettim, bilgi fazla gelmiş biraz kafam karışmıştı, ben ben değilsem ben kimim acaba diyordum Nasreddin Hoca gibi. Doğan’a baktım o da aynı durumda idi. Asita bizi anladı, haydi dolaşın bakalım ama saat 6’da burada olun e mi” diyerek bizi dağlara, bayırlara yolcu etti. Yolda Asita’dan esinlediğim için ben de Doğan’a “bir Nasreddin öyküsü anlatayım mı sana, bu duruma çok uydu da” dedim. Gülerek evet tabii hadi anlat dedi.

  “Nasreddin Hoca bir ara uzun bir yolculuğa çıkmış. Yolculuk sırasında kaybolmayayım diye bir kabak bağlamış. Kafile bir konak yerinde konakladığı sırada muzibin biri, Nasreddin Hoca’nın uykuya yatmasından faydalanarak kabağı Hoca’nın belinden çözerek kendi beline bağlamış. Saatler sonra Hoca uykudan kalkınca, önünde beli kabak bağlı adamı görünce şaşırmış ve Ben şu adamım ama acaba kendim kimim? Diye derin bir düşünceye dalmış.”“İşte bizde bu durumdayız Doğan” dedim, kahkahalarla gülerek çevreyi gezmeye koyulduk.

<< Önceki Bölüm

Sonraki Bölüm >>

 

© Astroset 2004-2010