Bu özel
insanın yanında olmak insana çok derin şeyler hissettirse de insanın
kalıpları değişmiyor tabii, aceleci yapım hemen devreye girdi, yine söze
başlamak için sabırsızlandığımı hissettim ve dayanamayıp sordum:
“Sizce bilgelik nedir ve nasıl
elde edilir? Çok okuyarak mı? Çok gezerek mi? Çok yaşayarak mı?"
Bana baktı ve kahkahalarla gülmeye başladı. Neye uğradığımı
şaşırdım. Hiçte komik bir soru sorduğumu sanmıyordum.
“Sizin kadar hızlısına az rastlanır, hemen can damarı sayılan bir soruyu
sorup, işimi bitireyim diye düşünüyorsunuz. Belki haklısınız, sizin batı
kültürünüz faydaya yönelik, pragmatik bir kültür ama doğu bilgeliğinde
bu mantık hiç işlemez. O yüzden de, sizin bir süre burada konaklamanıza
karar verdim. Bir süre benimle kalın, meditasyon, yürüyüş, bahçe
çapalamak, kendi yemeğinizi yapmak, bulaşığınızı yıkamak, çamaşırlarınız
yıkamak gibi doğal şeylerle uğraşın derim, bu size çok iyi gelecek bana
inanın, asla zaman kaybetmiş olmayacaksınız.”
Doğanla birbirimize
baktık, o istekli görünüyordu, bende kendimi bu konuda şartlamamıştım
aslında. “Peki” dedim. “Neden olmasın” madem bunun iyi geleceğini
söylüyorsunuz. Yanıtıma
sevindiğini hissetim, çok sıcak bir gülümseme dolaştı yüzünde, peki o
zaman size küçük bir Nepal öyküsü daha anlatayım, hem yol yorgunluğun
geçer, hem konsantrasyonunuz artar sonra bilgelikle ilgili sorunuzu
yanıtlamaya başlarım dedi ve başladı anlatmaya;
“Güneşli bir günde
genç bir çoban keçilerini otlatmaya çıkmıştı. Kuşluk vakti bir tepeye
tırmanıp oradan hayvanlarına bakmak geldi aklına... Yüksekten bakınca
Hetauda köyü görünüyordu. Genç çoban gözleri dolarak kendi kendine
"Bizim ev nerede? Ah, işte ta şuradaki mavi boyalı" diyerek oyalanıp
duruyordu.
Birden bir gürültü işitti. Başını çevirince bir de ne görsün! Yanı
başında pek güzel bir kız durmuyor mu? Boylu poslu, mavi gözlü, sarı
saçlı...
Öyle güzeldi ki, tıpkı bir kraliçeyi andırıyordu. Şaşkınlıktan dili
tutulan çoban, olduğu yerde kalakaldı. Kız konuşmaya başlayınca sesi
sirenlerin ezgisiyle yılanların ıslığı arasında bir türkü gibiydi.
"Korkma" dedi, "Senden bana yardım etmeni istiyorum."
"Ben sana nasıl yardım edebilirim ki?"
"Çok kolay... Bak ben Hetauda Krallığı’nın ecesiyim. Ama benim ülkeme
büyü yaptılar. Sen beni mabedin kapısına kadar sırtında taşırsan büyü
bozulacak. O zaman sen hem benim eşim, hem de ülkenin efendisi
olacaksın."
Genç adam biraz düşünüp "Olur" dedi.
"Ne kadar iyisin!" diye sevindi güzel kız, "Ama önce seni bir konuda
uyarmalıyım. Yol boyunca başını çevirip bana bakmayacaksın, ta mabedin
kapısına varana dek... İnsanlar sana ne söylerlerse söylesinler
aldırmayacaksın..."
Genç adam kızı sırtına alıp köye doğru yola koyuldu. İlk evlere
ulaştıklarında, karşılarına çıkanlar hemen uzaklaşıp korkulu gözlerle
çobana bakıyorlardı.
"Bu boynuna dolanmış zehirli yılanla nereye gidiyorsun?" diye çığlık
attı çocuklardan biri...
Genç çoban bunun bir şaka olacağını düşünerek yürümeyi sürdürdü. Ama az
sonra rastladıkları bir başkası da aynı şeyi söyleyince, genç çobanın
korku girdi içine... İyice de meraklandı.
Mabede varmasına birkaç metre kalmıştı ki, dayanamayıp başını çevirince,
dişleri arasından keskin ıslıklar çıkaran
dev bir yılan görüvermez mi,
karşısında! Yılan, korkunç dilini sağa sola oynatıyordu. Genç adam son
hızla yılanı boynundan çözüp olabildiğince uzağa fırlatıp attı. Yılan
yere düşer düşmez silindi gözden...
İşte bu nedenle kurtulamadı büyüden Hetauda Krallığı.
Gülümseyerek şunları
da ekledi öyküsüne; “Doğu’da Maya aldatması, dünya cazibesi denen bu
büyüyü bozmak için bir yolda yürümeye karar vermiş olan öğrenci
öncelikle başkalarının ne dediğine aldırmaktan vazgeçmeyi öğrenmelidir,
onu büyüden kurtarıp uyanmasını sağlayacak ve mabedin kapısına
ulaştıracak tek gerçek budur” dedi.
Çok etkilendiğimi
hissettim, bu öykü bende derin bir hissediş hali ve hatta hafif bir baş
dönmesi yaratmıştı. Orada öylece kalmak ve içime dalmak istedim. “Beni
sevgi dolu gözlerle inceledikten sonra acele etmeyin genç yolcu az sonra
arkadaşınızla sizi serbest bırakacağım, biraz çevreyi dolaşır sonra saat
tam 6’da burada olursunuz. İlk meditasyonumuzu yapacağız ve sonra pirinç
lapası yiyeceğiz birlikte akşam yemeklerinde mideyi çok doldurmamak,
ruhsal çalışma yapanlar için çok iyidir” diyerek, “evet şimdi gelelim
bilgelik sorunuza, her ne kadar bu soru siz yaşadıkça ve bir aşamaya
geldikçe şekil değiştirecekse de ben ilk tanımını vereyim sizlere, "bir tür her şeyi
biliş hali; her şeyi idrak etmiş olmak. "Aşmış"
"aydınlanmış", günlük tasa ve kaygıların yara açmadığı zihin haline
ulaşmaktır”
diyebiliriz ve ekledi. “Hatta insanın iç
mabedine doğru yaptığı hiç bitmeyen sonsuz bir yolculuktur da
diyebiliriz, bilgelik oldum, bittim denilebilecek bir şey asla değildir;
sizinle birlikte doğar, yaşar, sizinle birlikte nereye gidiyorsanız
oraya gider, sonsuzluk kapısındaki tek arkadaşınız, tek dostunuzdur.” Bu
hal, okuyarak, gezerek, yaşayarak elde edilecek bir hal ya da yaşlılıkla
gelecek bir olgunluk değildir, yaşlılığı bilgelik için bir garanti
olarak düşünmemek gerekir. Küçük bir çocuk, entellektüel bilgisi olmasa
da kendi saflığının içinden bilgece davranabilir. Sizin "ay, örümcek
ağıyla oynama, pis, bırak' dediğiniz bir sırada,o çocuk " ama örümceğin
evi bozuldu döndüğünde üzülmesin diye onarmalıyız. Hiç birşey
bulmamasından iyidir! " Demesi durumunda kim bilgedir ? Çok okumuş, çok
gezmiş ve ondan daha çok yaşamış biz mi?
Çoğu gerçek bilgeler
bunları yapmadan bilge olurlar.
Aydınlanma ani, kendiliğinden geliverir ama ardında uygulamalar vardır.
Bu uygulamalar sandığımız gibi mabetlere kapanıp bütün gün meditasyon
yapmak şeklinde olmayabilir, günlük yaşamındaki eylemlerini büyük
sadelik, saflık ve doğruluk içinde yapması o insanı aydınlanmaya
götürebilir. Örneğin, Zen Budizmin kurucusu, birden
aydınlanıverenlerdendir. Ve şimdilerde hepimizin kafasını allak bullak
eden o koanların yeşereceği bilgi sistemini de bu doğallık içinde
kurmuştur.
“Bizler, bilgeliğe
özenen ama benliğimizin hep ayak bağı olduğu insanlarız”.
Ne garip çelişki değil mi? Yaşamdaki her şeyi benliğin penceresinden
görüyoruz. Ben, ben düşünüyorum, ben inanıyorum ki, ben yaptım, ben
hallettim. Hisseden benim, duyumsayan benim diyoruz. Hayır siz
değilsiniz desem şaşırmaz mısınız? Beninizden o kadar eminsiniz ki! Siz
siz misiniz gerçekten ya da şöyle sorayım siz ne zaman gerçek siz
olursunuz, bunu hiç düşündünüz mü? Bana sorarsanız, siz siz değilsiniz
henüz. Ad verebildiğim, deneyimleyebildiğim her şeyi ben yapıyorum
diyorsunuz da, sizin de bunları yapıyor olduğunuzu söylemeniz, bende pek
iz bırakmıyor. Benlik için, diğerleri, diğer herkes ve her şey bir tür
sanal alem. Oradalar ama ayrılar. Onları duyuyorum, hissediyorum ama
bunu yapan benim diyorsunuz da hangisi gerçek acaba, bunları yapan siz
otomatik bir siz olduktan sonra, içgüdüleri ile hareket ettikten sonra
ne kadar sizi tanımlar acaba?
‘Ben de o zaman derim ki: Bizler, dünyaya doğduğumuzda aslında şu anki
halimize göre daha bilge varlıklardık’. Bir örnekle açıklamaya
çalışayım; Zihnimiz, zihinsel varlığımız boş bir odadır. Duvarları
beyaza boyalı, temiz bir oda. Odanın tam ortasında ise bizde, özümüzde
var olan özellik güzel bir sanat eseri gibi durmaktadır. Amacımız,
başlangıçta, o güzel nesnenin güzelliğini, anlatmak istediği ilkeyi
sergilemek, onu herkes için görünür kılacak hale getirmektir. Yaşama
amacımızı, hayata geçirmektir. Ancak, benlik ki dünya üstünde yaşamak
için çok gerekli bir araçtır devreye girip, bu güzel şeyden daha fazlası
gerekiyor diye diye bizi çekiştirip durmaktadır da, bu paradoksal durumu
hem yaşamak, hem aydınlanmak nasıl olacaktır? İşte asıl soru budur
bence”
dedi.
Sözlerini
bitirdiğinde bir an biraz yürümek ihtiyacı içinde olduğumu hissettim,
bilgi fazla gelmiş biraz kafam karışmıştı, ben ben değilsem ben kimim
acaba diyordum Nasreddin Hoca gibi. Doğan’a baktım o da aynı durumda
idi. Asita bizi anladı, haydi dolaşın bakalım ama saat 6’da burada olun
e mi” diyerek bizi dağlara, bayırlara yolcu etti. Yolda Asita’dan
esinlediğim için ben de Doğan’a “bir Nasreddin öyküsü anlatayım mı sana,
bu duruma çok uydu da” dedim. Gülerek evet tabii hadi anlat dedi.
“Nasreddin Hoca bir
ara uzun bir yolculuğa çıkmış. Yolculuk sırasında kaybolmayayım diye bir
kabak bağlamış. Kafile bir konak yerinde konakladığı sırada muzibin
biri, Nasreddin Hoca’nın uykuya yatmasından faydalanarak kabağı Hoca’nın
belinden çözerek kendi beline bağlamış. Saatler sonra Hoca uykudan
kalkınca, önünde beli kabak bağlı adamı görünce şaşırmış ve
Ben şu adamım ama acaba kendim kimim?
Diye derin bir düşünceye dalmış.”“İşte bizde bu
durumdayız Doğan” dedim, kahkahalarla gülerek çevreyi gezmeye koyulduk. |