Bugün bende, Doğan da sevinmekle hüzünlenmek arası değişik duygular
yaşayarak uyandık. Sabah meditasyonumuzdan sonra biraz bir araya gelip
konuşmak ihtiyacı hissettik. Köklerinden ayrılmak istemeyen bir ağaca
benzettim kendimi. Ağaçta böyle duygular yaşar mı bilmiyorum ama olsun
ben kendimi yine de köklerinden ayrılmak istemeyen ağaç gibi
hissediyordum. Asita henüz ortalarda yoktu. ‘Belki yürüyüştedir’ dedi
Doğan. O zaman zaman böyle kayboluyordu hatta bazen aşağıdaki köylere mi
iniyor diye düşünüyordum. ‘Dönmek istiyor musun’ dedim Doğan’a. ‘Yani’
dedi. ‘Dönmek istemesem ne olur ki, hep burada mı kalacağız’. ‘Haklısın,
onun sohbetlerine, haline, tavrına, bilgeliğine, her şeye karşı esnek
ama aynı zamanda da keskin haline öyle alıştım ki sanki bir düşteyim ve
uyanmak istemiyorum ama geri dönme zamanı da geldi’ dedim. ‘Zaten
istesek de gereğinden fazla bizi burada tutacak gibi bir hali var mı
Allah aşkına, gerçekçi ol’ dedi bana.
Başımı
salladım. O bu uygulamalarla bize döner kapı olmayı öğretmek daha
doğrusu işaret etmek istedi. Yani iç kapılarımız, gönül kapılarımız her
zaman yeniye ve değişime açık ya da en azından aralık olmalıydı onun
için. Aslında tıpkı döner kapıdaki gibi, kapının sizi bıraktığı yerde;
anda olmak en güzeli derdi ama insanın maddeye böylesine gömüldüğü bir
dönemde tek kanadı açık bir kapıya bile razı olunabileceğini söyleyip
çok güldürmüştü geçenlerde bizi…
Asita,
bireysel
yolculuklarda kendinden kendine ardı ardına açılan kapılar olduğunu
biliyordu ve kendini kandırmaktan hoşlanmayan her içsel yolcunun da
benliğindeki iç kapıları aralama hatta ardına kadar açma şansının önüne
geçmenin hiç doğru olmadığını
bıkmadan,
usanmadan anlatmaya çalışıyor diye düşündüm içimden; dışımdan da çok
bilmiş bir şekilde anlamlı bir baş sallaması ile yetindim.
Ona veda
edilmezdi zaten, o hoş geldin veya güle güle denecek biri değildi. İnsan
onunla bir kez karşılaştı mı bir metamorfoza uğrar, simyacının kabına
döner; bir daha istese de asla eski kişi olamazdı. Bence ona
rastlayabilme liyakatini oluşturmak, onunla sohbet etmekten veya
öğretisini almaktan daha önemli ve ciddi diye düşündüm… Onunla
tanıştıktan sonra içsel yolculuk yapma konusunda samimi iseniz; kısa bir
süre sonra kendinizi, iç bahçenizi mutlaka düzenlemek zorunda olan bir
zen rahibi gibi hissetmeye başlayabilirdiniz. Size zengin ve çok güzel
bir iç bahçeniz olduğu hissini öyle dolu dolu verirdi ki, siz de onu
yabani otlardan ayıklamak isteyebilirdiniz. O yanımda olmadığı
zamanlarda da bu aşıladığı duyguları unutmam umarım diye düşündüm
içimden.
Başımı
kaldırdığımda yürüye yürüye yokuştan yukarı çıkıyordu ama yüzünde hiç
yorgunluk ifadesi yoktu. Bugün neşeli ya da sevinçli de değildi. Nötr,
tarafsız bir yüzle karşıladı bizi.
‘Hadi çaylarınızı koyun da bir toparlayalım
sohbetimizi’ dedi.
‘Benim son
birkaç sorum daha var, sorabilir miyim sonra aklıma takılsın
istemiyorum’ dedim Asita’ya. O da,
‘tabii ki, soruların her zaman olacaktır, bu kapı sana her zaman açık,
dilersen her yıl beni ziyarete gelebilirsin, benimle günümüz
teknolojisine uygun aletler aracılığıyla da bağ kur demek isterdim ama
maalesef sizin modern dünyanızdaki bilgisayar adını verdiğiniz
araçlarınıza sahip değilim o yüzden geri döndükten bana soru sormayı çok
dilersen, bunu meditasyonlarında dile getirmeli ve sorunu evrene
yöneltmelisin, çok ilginç bir deneyimdir mutlaka yaşamanızı isterim,
canlı bir evrenle iletişim kurmanın tadı hiçbir yerde yoktur. Kısa bir
süre içinde soru ruhunun gerçek ihtiyacı ise yanıtının nasıl karşına
çıktığına sen bile şaşıracaksın, bu bazen bir kitap, bazen bir insan,
bazen küçük bir çocuk, bazen düşmanım dediğin kişi olabildiği gibi
yanıtı kendi içinde giderek düzgünleşen cümleler halinde ve bir ilham
şeklinde bulman da mümkün.”
dedi.
Son Sorular
Şöyle bir soru sormak istiyorum diye yanıtladım onu, birkaç sivri sorum
vardı ve gitmeden mutlaka yanıtlansınlar istiyordum. ‘ Anladığım
kadarıyla bu gezegende ıstırapla gelişim büyük bir önem taşıyor, buranın
maddesini geliştirirken acı ve sevinci bir arada yaşamak zorunda
kalıyoruz ve keder ya da diğer adıyla ıstırap bizim en büyük itici
gücümüz. Bir bilge de haz-elem ikilemine aynı gözle bakmayı beceren kişi
öyle değil mi?’
Evet dedi, başını gülerek
sallayarak. Ben de sormaya devam ettim. ‘Peki! Kederin niçin
ortaya çıktığını anlayabiliyorum artık ama mutluluk peşinde koşmanın
aşırılığı hakkında ne yapabiliriz acaba? Çünkü çevremde tanıdığım hiçbir
insan, hiçbir zaman keder ve ıstırapla karşılaşmak istemiyor, buna bende
dahilim. Her zaman neşe, bolluk ve sevinç deneyimlemek istiyor ve sahte
mutluluk tablolarıyla kendi kendini kandırmak için elinden geleni
yapıyor. Bu konuda ne yapmalı ?
‘Haklısın’ dedi ve devam etti:
‘Kişinin daha başlangıçta iken kendini sürekli mutluluğu deneyimlemeye
zorlaması olasıdır. Çünkü aydınlanma koşulları gerçekleştiğinde mutlu
olacağına inandırmıştır kendini. Bu koşulların günlük yaşam ya da içsel
yolculuk konusu ile ilgili olması ise onun henüz ayırdında olduğu bir
konu değildir. Aydınlanma da bir koşula bağlıdır diye düşünür ve bunu
koşulu uygularsam, başarırım, istediğime bir an önce kavuşurum zanneder.
Bu bir tür kendi kendini ipnotize etmektir, bu şekilde ne olduğunun arka
planını görmeyi reddeder. Yalnızca mutluluğun hemen deneyimlenen yönüne
odaklanmak ister çünkü çalışmadan korkar ve acı onun deneyimlemek
istediği en son şeydir, biraz da doğal bir dürtüyle bu çalışmanın çok
neşe ve sevinç veren bir yöntem olduğu konusunda kendini şartlar. Yani
bir tür “Koşullu
Mutluluk”
anlayışını bu konuda da sahte bir şekilde yaşamaya başlar. Kendini
kandırma yine başlamıştır.
Kendini İzleme Deneyimi
Deyim yerindeyse, tam olarak bulunduğu temeli görmezden gelmekte ve
kendini bu şahane neşe deneyimine hazırlamaktadır. Çünkü tek temel amacı
vardır. Sürekli Mutluluk veya diğer adıyla Ebedi Hayat’ı elde etmek.
Hangi adı kullandığınız hiç önemli değildir. Aslında fark etmez, ikisi
de aynı anlama gelir. İkisinde biteviye aynı giden aslında insanın
ruhunu çok sıkan, iç daralmaları yaşamasına neden olun bir durum vardır.
Devinim durmuştur, devinimsiz yaşam ise çıldırtıcı bir sıkıcılığa
sahiptir.
Sorun şu ki bu türden deneyimler tamamıyla kişinin kendini izlemesine
dayanır. Bu ise tamamen ikili, düalist bir yaklaşımdır. Bir şeyi
deneyimlemeyi gerçekten çok isteriz ve çok sıkı çalışarak bunu gerçekten
de başarırız.
Aydınlanma hiç bitmeyen mutluluk süreci değildir
Ancak, yükseklerden aşağı iner inmez, okyanus dalgalarının tam ortasında
bulunan siyah bir kaya kütlesi gibi hala burada olduğumuzu fark
ettiğimizde depresyona gireriz. Sarhoş olmayı, kafayı bulmayı, evrene
karışmayı gönülden istemişizdir ama bir biçimde bu gerçekleşmez. Daha
doğrusu Aydınlanma dediğimiz deneyimin biraz da saflıkla sürekli ve hiç
tükenmeyen bir mutluluk hali olduğu konusunda önceden koşullanmışızdır.
Ve heyhat hala buradayız diye düşünürüz; bulmayı umduğumuz sürekli
mutluluk hiç durağa uğramayan otobüs gibidir artık, bilet var ama otobüs
yok, bu bizi aşağılara çeken ilk şeydir. Daha sonraları kendini
kandırmanın tüm diğer oyunları, kişinin kendini daha da fazla besleme
çabası başlar çünkü kişi kendini tamamen korumaya çabalamaktadır.
Bu noktada eğitmenin rolü büyük bir önem taşır, onu sakinleştirmeli ve
bazen yaşanan ya da yaşanacak olan sıkıntıların asıl nedenini ve hiç
korkutucu olmadığını ona anlatarak, onun şuuraltını ikna edebilmelidir.
Öğrencinin makuliyet noktası da bu aşamada önemlidir. Kendini gerçeğe
adapte edemeyen bir öğrenci ile daha fazla devam etmek ona gelecekte
zarar verebilir çünkü yalanlarının eşiğini arttırma potansiyelini
nerelere kadar vardıracağını tam kestiremeyebilirsiniz.
Bu "bekçi" ilkesidir. Guru veya öğretmen onun içindeki bekçiyi doğru hareket
ettirmek ister, bekçiyi 24 saat çalıştırmakta ya da bekçiye sürekli
yalan söylemeyi öğretmek de…. Bugünlük isterseniz burada duralım, size
dağda göstermek istediğim bir yer var, oraya tırmanmamız gerek, gitmeden
önce” dedi. Bazı sorularımın
yarına kaldığını hissettim ama hiç de acele etmek gelmedi içimden… |