“Ölüm
üzerinde düşünmenin amacı, kalbimizin derinliklerinde bir
değişim yaratmaktır.”
Sogyal RINPOCHE
Neden, kendimizi gerginlikten kurtulmuş ve rahatlamış
hissederken ya da sevdiğimiz bir müziği dinlerken ölüm üzerine
düşünmeyelim? Neden, kendiliğinden iç gözlem yaptığımız
zamanlarda ölüm konusunu zihnimizden geçirmeyelim?
Bu özel anlar güçlü deneyimler yaşayabilmemiz ve deneyimden
sonra da tüm dünya görüşümüzün olumlu yönde değişebileceği
zamanlar ve fırsatlardır. Ölüm konusunu bu özel anlarda
niçin ele almayalım? Ölüme bakmak neden korkutucu olsun?
Neden, çoğumuz böyle hastalıklı bir empozisyon ile
koşullandırılmışız? Yaşamın doğallığı kadar
“ölüm denen geçiş”
de doğal değil mi? Varlık için yok olmak
ne demektir, nasıl olur?
Soluk
alıp vermek kadar doğmak kadar doğal olan ölüm eğer sadece bir
tek kez varlığın başına gelseydi, ölümü tanımak için gerçekten
şansımız olmazdı. Fakat şükür ki bu konuda birbirini
doğrulayan yaşanmış deneyimler ve uzmanların gözlemlerine
dayalı pek çok vak’a var. Aslında ruh varlığın bir tek edebi
yaşamı var ve o yaşam, doğum (enkarnasyon) ve ölümün
(dezenkarnasyonun) sürekli dansından başka bir şey değil. Buna
isterseniz, “varlığın kozmik
/ evrensel dansı” diyelim.
Asıl kendimiz olan ruh varlığı sürekli
hareket halinde ve hep var, kâh burada -fizikte, kâh
orada-fizik ötesinde… Sufi şair ne güzel söylemiş:
" Kâh çıkarım gökyüzüne, seyrederim alemi; Kâh inerim yeryüzüne,
alem seyreder beni.”
Kendine ve çevresine maddeci bir zihinle yaklaşan biri için
örneğin, Batı gelenekleriyle koşullandırılmış biri için ölüme
ve yaşama böyle bir yaklaşım çok uçuk, fantastik hatta saçma
gelebilir. Hele bu kimse ölüm konusuyla ilgili literatürden,
ruhsal kültürden yoksun ise onun bu yaklaşımı doğal
karşılanabilir. Ne yazık ki, tüm teknolojik ve ekonomik
başarısına karşın sözde çağdaş ama büyük ölçüde kendisinden
habersiz batı toplumu; özüyle ilgili en doğal olay olan ölüm
konusunda gerçek bilgilere yeni sahip olmaya başlıyor. Bu
konudaki deneysel çalışmalar; ölümden sonra yok olacağını
sanmanın, varlığın başına çok zor durumlar getirdiğini
göstermiştir. Ölümden sonra yok olacağını sanmak uzun
teşevvüşlere (şaşkınlıklara) ve nerede olduğunu, başına ne
geldiğini anlamamaya neden olmaktadır.
Ağırlıklı olarak batı toplumlarında, insanlara ölümü
yadsımaları ve ölümün yok oluş ve kayıp olduğu öğretilmiş.
Çocukluktan başlayan bu yanlış öğretinin sonucu olarak, batı
insanı kendini beden ( fizik / biyolojik bir yapı) olarak
görüyor ve beden olarak yaşıyor; beden toprağa verilince de
kendisinin yok olacağını düşünüyor. Yok olma ya da ölüm
korkusu içinde geçen bir ömür de varlık açısından pek verimli
sayılacak bir enkarnasyon, hatta varlığın şanına yakışır bir
bedenli yaşam değildir.
Kendisinin bedenden ibaret sadece fizik bir yapı olduğu
yanılgısı içinde özünden habersiz olarak yaşayan birey; ölüm
ile yok olacağını da sandığı için, anlık zevkleri ve biyolojik
doğumları yüceltir durumdadır. Yaşama ve insana böyle kısır
bir yaklaşım birçok bireysel / toplumsal yozlaşmayı
beraberinde getirmektedir. Günümüz beşeriyetinin hazin
manzarası, bir bakıma; ölümden sona yok olacağını sanan
zihniyetin toplumsal düzeydeki etik yansımasıdır.
“Toplum içerisinde şiddetin artması
depresyonun salgın halini alması, ergenlik çağında
intiharların çoğalması gibi olumsuz durumlar Batı’yı, son
birkaç 10 yıldır yeni yeni duygularla uğraşmaya zorlamış
bulunuyor.” (Prof. Dr. Nevzat Tarhan,
DUYGULARIN DİLİ) Çok geç de olsa “duygusal
zekâ” kavramının batı’da ele alınır olması, hiç
değilse konuyla ilgilenilmesinin önemini arttırdığı için ölüme
bakışı da biraz değiştirmiştir.
Batı’da
Prof. Dr. E. Kubler Ross, Prof. Dr. Daniel Goleman ve bizde
Prof. Dr. Nevzat Tarhan gibi öncü araştırmacılar sayesinde “duygusal
zekâ”nın kabul görmesi; batı’nın maddeci öğretilerinin
yerine Doğu bilgeliğinin temsil ettiği değerlere dayalı
düşünce yapısının yerleşmesi demektir. Nasıl ki, Kuantum
fiziğiyle birlikte, Newton fiziğinin kuramları değiştiyse,
duygusal zekâ kavramının doğuşundan sonra da materyalist
düşünce, katılığını yitirmeye başladığı gibi, konumuz olan
ölüme karşı bakışı da küreselleşmeye başladı. Bu da en
azından, gecikmeli de olsa; ölümden sonra da var olmaya
ilişkin gerçek ya da güvenilir bir inanca sahip olmadan
yaşamaktan kurtuluşun umut verici bir işaretidir.
Kendinden
habersiz, sadece beden olduğu ve ölüm ile her şeyin biteceği
yanılgısı içinde yaşayan bireyler ölüm denen geçişi yadsıyarak
kendilerine verdikleri korkunç zararın dışında; başkalarını da
etkileyen çok daha büyük sıkıntılara da neden olmaktalar.Bu
zihniyetin temsilcileri kuantum teorisine göre, atomaltı
parçacık ve düşünce düzeyinde tüm gezegeni de etkiliyor ve
korkuya dayanan olumsuz etkiler toplumlarda hızla yayılıyor:
Sürdürdükleri yaşamın tek olduğuna inanan sözde çağdaş
toplumun bireyleri uzun vadeli hiçbir görüş / bakış
geliştiremiyorlar. Bu yüzden de kendi bencilce gereksinimleri
için gezegeni yağmalamaktan geri duramıyorlar. Zaten bu bencil
yaklaşımlarıyla da, geleceğin kaçınılmaz yokoluşunu hazırlamış
oluyorlar. Kişinin, kendi oturduğu dalı kesmesinden daha
budalaca bir şey olabilir mi?!... Zaman zaman durumun
vahametini görebilenler de yok değil; bunlardan biri de,
Brezilya eski çevre bakanı.
London Sunday Times – Mart 1991’de yayınlanan bir
makale de bakanın sözleri şöyle aktarılmış
(Tibet’in Yaşam ve Ölüm Kitabı,
sayfa 29, Dharma Yayınları – Nisan’02):
“Modern
endüstri toplumları inançlarına körü körüne bağlılar;
yakıyoruz, zehirliyoruz, gezegenin tüm yaşam sistemlerini
bozuyoruz. Çocuklarımızın ödeyecekleri borç senetleri
imzalıyoruz… Gezegendeki son nesil bizmişiz gibi davranıyoruz.
Bilincimizde, kalbimizde ve bakış açımızda köklü bir değişim
yapmazsak, gelecekte yeryüzü, Venüs Gezegeni gibi kömürleşmiş,
ölü bir gezegen olacak.”
Bilincinde, kalbinde, yaşama ve kendine bakış açısında bir
değişim gerçekleştirememiş olan bireyin ölüm korkusu ve ölüm
ötesi yaşamı yadsıması, doğaya verdiği zararları artırıyor ve
sadece kendisinin değil, çocuklarının yaşamını da tehdit
ediyor. Bu durumda insanlara, özellikle de çocuklara ölümün ve
nasıl ölünmesi gerektiğinin hala öğretilmemesini çok rahatsız
edici değil mi? Ya da ölümden sonra olmakta olanlar üzerine ve
elbette ki varlığın gerçek yaşamı hakkında da umutlarının
olmaması büyük bir noksanlık değil mi? Her konuda eğitim
almakta olan gençlerin; yaşamın tüm anlamının anahtarı olan
böyle bir konu hakkında cahil olmaları küçümsenmeyecek bir
talihsizlik değil mi?
Ölüm
hakkında hissedilen / hissedilecek ümitsizlik duygusu gibi
kendini aşırı derecede güvenli hissetme ya da yok olma
zannının itilimiyle; baş edilemeyen sorunların yok olacağı
zannıyla oluşan intihar girişimleri de kaçınılması gerekenler
arasındadır. Ölüm dediğimiz geçiş, yok olmak şöyle dursun; ne
kasvetli ve üzüntülü, ne de heyecan vericidir, o sadece
yaşamın gerçeğidir.
Ölümle ilgili gözlemlerin bir kısmını da, ölüm döşeğinde
yaşamın değerini anlamaya başlamış kimselerin / süjelerin
ifadeleriyle ilgili raporlar oluşturur.
(Prof. Dr.
E. Kubler Ross’un kitaplarına başvurulabilir.) Bu konuda
Budist ustalardan Padmasambhava şunları söylemiş:
“İnsanlar ölüme
hazırlanmak için yeterince zamanları olduğunu ancak ölüm
döşeğinden anlarlar; o zaman pişmanlıkla yakınırlar. Bunun
için çok geç değil mi? Çağdaş dünyada, insanların çoğunun
yaşama hazırlıksız yakalanmalarından daha ürpertici ve ümit
kırıcı ne olabilir!”
Başta
BUDA olmak üzere, bilgelikte örnek durumda bulunan büyük
inisiyelerin çoğu ve peygamberlerin öğütleri, ölüme
hazırlanmak için tüm yaşamın fırsatlarla dolu olduğunu içeren
ifadelerle doludur. Bunun da ötesinde, bedenli dünya yaşamının
dünya ötesi yaşamın bir “tarlası”
(kısacası, “dünyanın, ahiretin tarlası”) olduğu söylenmiştir.
Esasen her yaşam kesiti / dönemi, sebep – sonuç yasası gereği
bir sonraki için hazırlıktır ve her yaşam da, bir önceki
yaşamın doğal ve kaçınılmaz sonucudur. Bu nedenle, “ellerimiz
boş olarak” ölüm bilinmezliğiyle,
ölümden sonra bir yokluk inancının sonucu ile karşı karşıya
mahkûm değiliz. Yaşamlarımızın anlamını bulmaya burada ve
şimdi başlayabiliriz. Her anımızı değişmek, gelişmek, değer
kazanmak ve o kaçınılmaz geçişe hazırlanmak için bir fırsat
olarak değerlendirebiliriz.
Yaşam
ve ölüm aslında bir bütün olduğu, herhangi
bir kesintinin olmadığını, hele hele yok olmak gibi bir
saçmalığın bulunmadığını anlamak çok zor değildir. Ölüm,
yaşamın bir başka bölümünün başlangıcıdır. Dünyaya doğarak da,
bir önceki yaşam bölümünden buraya geçmedik mi…. Yaşam,
“ölüm”
denen geçiş, ölüm ötesi yaşam ve
tekrardoğuş; şimdilik olmakta olan bu çevrim, inisiyatik
öğretilerde “kuyruğunu
ısıran yılan”
şeklinde simgelenmiştir. Elbette ki bu
fasit daireden (kısır döngüden) şuurlanarak kurtulmak ve daha
yüksek / yüce yaşam düzeylerine ulaşmak da olası.
Bedenimiz fiziksel / biyolojik bir yapıdır ve her fizik yapı
gibi belli bir süre (ömür) sonunda işlevselliğini yitirir ve
asıl bizin yani ruhumuzun işine yaramaz hale gelir. Bedenin,
ruhun işine yaramaz hale gelmesi demek, ruhsal tesire tepki
veremiyor hale gelmesi demektir. Biyolojik bir yapı, ruhun
canlandırıcı etkisine geri besleme (feedback) vermeye
başladığı zaman, o biyolojik yapı ruhun tesirlilik alanı
dışına çıkıyor, yavaş yavaş aslına, toprağa yöneliyor
demektir. Bu nedenle, “ruhun
bedeni terk
etmesi”
ifadesinden çok
“beden ruhun müessiriyet
(tesirlilik) alanı dışında kalıyor”
demek daha doğru olsa gerek. Çünkü,
“ruh bedenin içinde”
değil, “beden ruhun içinde”dir.
Beden, ruhun (aslımız, özümüz, asıl kendimiz) etki
alanı dışında kalınca “ölüm” gerçekleşir. Burada “ölen” fizik
bedendir; ruh var oluşunu sürdürür. Ölüm denen olay beden
içindir; ruh hep vardır ve şuurun sürekliliği söz konusudur.
Bu nedenle “ölüm” yok olmak değildir. Ölen taraf beden
olmasına rağmen; beden yok olmaz, aslına yani toprağa döner.
Fizik beden dünya toprağından, dünya toprağında bulunan
elementlerden oluşmuş bir yapıdır ve ancak ruhsal etki altında
canlılık kazanır. Ölüm denen olay ile fizik beden nasıl aslına
dönüyorsa, asıl kendimiz olan ruh da aslına döner. Fizik
bedenin aslı / esası nasıl toprak ise, ruhun aslı da ruhsal
alemdir, orası onun asıl vatanıdır ve o hep vardır. Ruh için
yokluk söz konusu değildir. Ruh varlığı tekamül olgusu içinde
tekrar tekrar bedenleşerek ve giderek
“varlığını daha çok var eder.”
Tüm bunlardan dolayı “yok olmak” anlamında ölüm anlayışı ve
ölüm korkusu son derece yersiz ve yanlış bir inanıştır.
“Yok olmak”
anlamında ölüm söz konusu değildir; bu kısır ölüm anlayışı
yanlış bilgilendirme sonucu oluşmuş ve insanın gerçek
doğasıyla bağdaşmayan bir yanılgıdır. Böyle bir yanılgı ve
kendini bilmezlik içinde geçirilen bir ömür sonunda
gerçekleşen ölümden sonra varlık var oluşunu sürdürmektedir.
Deneysel çalışmalar defalarca göstermiştir ki, böyle bir
mantaliteyle yani, öldükten sonra yok olacağı yanılgısı içinde
ölmüş varlıklar, hala ve sürekli olarak var olduklarını
görmekle uzun süreli şaşkınlık (teşevvüş) dönemi geçirmekte
kurtulamamaktadır. |