Metafizik / New Age

WWW.ASTROSET.COM

Ölmek Yaşamaktır

“Ölüm üzerinde düşünmenin amacı, kalbimizin derinliklerinde bir değişim yaratmaktır.”  Sogyal RINPOCHE

  Neden, kendimizi gerginlikten kurtulmuş ve rahatlamış hissederken ya da sevdiğimiz bir müziği dinlerken ölüm üzerine düşünmeyelim? Neden, kendiliğinden iç gözlem yaptığımız zamanlarda ölüm konusunu zihnimizden geçirmeyelim? 

  Bu özel anlar güçlü deneyimler yaşayabilmemiz ve deneyimden sonra da tüm dünya görüşümüzün olumlu yönde değişebileceği zamanlar ve fırsatlardır. Ölüm konusunu bu özel anlarda niçin ele almayalım? Ölüme bakmak neden korkutucu olsun? Neden, çoğumuz böyle hastalıklı bir empozisyon ile koşullandırılmışız? Yaşamın doğallığı kadar “ölüm denen geçiş” de doğal değil mi? Varlık için yok olmak ne demektir, nasıl olur?

  Soluk alıp vermek kadar doğmak kadar doğal olan ölüm eğer sadece bir tek kez varlığın başına gelseydi, ölümü tanımak için gerçekten şansımız olmazdı. Fakat şükür ki bu konuda birbirini doğrulayan yaşanmış deneyimler ve uzmanların gözlemlerine dayalı pek çok vak’a var. Aslında ruh varlığın bir tek edebi yaşamı var ve o yaşam, doğum (enkarnasyon) ve ölümün (dezenkarnasyonun) sürekli dansından başka bir şey değil. Buna isterseniz, “varlığın kozmik / evrensel dansı” diyelim.

  Asıl kendimiz olan ruh varlığı sürekli hareket halinde ve hep var, kâh burada -fizikte, kâh orada-fizik ötesinde… Sufi şair ne güzel söylemiş:

" Kâh çıkarım gökyüzüne, seyrederim alemi;
Kâh inerim yeryüzüne, alem seyreder beni.”

  Kendine ve çevresine maddeci bir zihinle yaklaşan biri için örneğin, Batı gelenekleriyle koşullandırılmış biri için ölüme ve yaşama böyle bir yaklaşım çok uçuk, fantastik hatta saçma gelebilir. Hele bu kimse ölüm konusuyla ilgili literatürden, ruhsal kültürden yoksun ise onun bu yaklaşımı doğal karşılanabilir. Ne yazık ki, tüm teknolojik ve ekonomik başarısına karşın sözde çağdaş ama büyük ölçüde kendisinden habersiz batı toplumu; özüyle ilgili en doğal olay olan ölüm konusunda gerçek bilgilere yeni sahip olmaya başlıyor. Bu konudaki deneysel çalışmalar; ölümden sonra yok olacağını sanmanın, varlığın başına çok zor durumlar getirdiğini göstermiştir. Ölümden sonra yok olacağını sanmak uzun teşevvüşlere (şaşkınlıklara) ve nerede olduğunu, başına ne geldiğini anlamamaya neden olmaktadır.

  Ağırlıklı olarak batı toplumlarında, insanlara ölümü yadsımaları ve ölümün yok oluş ve kayıp olduğu öğretilmiş. Çocukluktan başlayan bu yanlış öğretinin sonucu olarak, batı insanı kendini beden ( fizik / biyolojik bir yapı) olarak görüyor ve beden olarak yaşıyor; beden toprağa verilince de kendisinin yok olacağını düşünüyor. Yok olma ya da ölüm korkusu içinde geçen bir ömür de varlık açısından pek verimli sayılacak bir enkarnasyon, hatta varlığın şanına yakışır bir bedenli yaşam değildir.

  Kendisinin bedenden ibaret sadece fizik bir yapı olduğu yanılgısı içinde özünden habersiz olarak yaşayan birey; ölüm ile yok olacağını da sandığı için, anlık zevkleri ve biyolojik doğumları yüceltir durumdadır. Yaşama ve insana böyle kısır bir yaklaşım birçok bireysel / toplumsal yozlaşmayı beraberinde getirmektedir. Günümüz beşeriyetinin hazin manzarası, bir bakıma; ölümden sona yok olacağını sanan zihniyetin toplumsal düzeydeki etik yansımasıdır.  
 
“Toplum içerisinde şiddetin artması depresyonun salgın halini alması, ergenlik çağında intiharların çoğalması gibi olumsuz durumlar Batı’yı, son birkaç 10 yıldır yeni yeni duygularla uğraşmaya zorlamış bulunuyor.”
(Prof. Dr. Nevzat Tarhan, DUYGULARIN DİLİ) Çok geç de olsa “duygusal zekâ” kavramının batı’da ele alınır olması, hiç değilse konuyla ilgilenilmesinin önemini arttırdığı için ölüme bakışı da biraz değiştirmiştir.

  Batı’da Prof. Dr. E. Kubler Ross, Prof. Dr. Daniel Goleman ve bizde Prof. Dr. Nevzat Tarhan gibi öncü araştırmacılar sayesinde “duygusal zekâ”nın kabul görmesi; batı’nın maddeci öğretilerinin yerine Doğu bilgeliğinin temsil ettiği değerlere dayalı düşünce yapısının yerleşmesi demektir. Nasıl ki, Kuantum fiziğiyle birlikte, Newton fiziğinin kuramları değiştiyse, duygusal zekâ kavramının doğuşundan sonra da materyalist düşünce, katılığını yitirmeye başladığı gibi, konumuz olan ölüme karşı bakışı da küreselleşmeye başladı. Bu da en azından, gecikmeli de olsa; ölümden sonra da var olmaya ilişkin gerçek ya da güvenilir bir inanca sahip olmadan yaşamaktan kurtuluşun umut verici bir işaretidir.

  Kendinden habersiz, sadece beden olduğu ve ölüm ile her şeyin biteceği yanılgısı içinde yaşayan bireyler ölüm denen geçişi yadsıyarak kendilerine verdikleri korkunç zararın dışında; başkalarını da etkileyen çok daha büyük sıkıntılara da neden olmaktalar.Bu zihniyetin temsilcileri kuantum teorisine göre, atomaltı parçacık ve düşünce düzeyinde tüm gezegeni de etkiliyor ve korkuya dayanan olumsuz etkiler toplumlarda hızla yayılıyor: Sürdürdükleri yaşamın tek olduğuna inanan sözde çağdaş toplumun bireyleri uzun vadeli hiçbir görüş / bakış geliştiremiyorlar. Bu yüzden de kendi bencilce gereksinimleri için gezegeni yağmalamaktan geri duramıyorlar. Zaten bu bencil yaklaşımlarıyla da, geleceğin kaçınılmaz yokoluşunu hazırlamış oluyorlar. Kişinin, kendi oturduğu dalı kesmesinden daha budalaca bir şey olabilir mi?!... Zaman zaman durumun vahametini görebilenler de yok değil; bunlardan biri de, Brezilya eski çevre bakanı.

  London Sunday Times – Mart 1991’de yayınlanan bir makale de bakanın sözleri şöyle aktarılmış (Tibet’in Yaşam ve Ölüm Kitabı, sayfa 29, Dharma Yayınları – Nisan’02):

  “Modern endüstri toplumları inançlarına körü körüne bağlılar; yakıyoruz, zehirliyoruz, gezegenin tüm yaşam sistemlerini bozuyoruz. Çocuklarımızın ödeyecekleri borç senetleri imzalıyoruz… Gezegendeki son nesil bizmişiz gibi davranıyoruz. Bilincimizde, kalbimizde ve bakış açımızda köklü bir değişim yapmazsak, gelecekte yeryüzü, Venüs Gezegeni gibi kömürleşmiş, ölü bir gezegen olacak.”

  Bilincinde, kalbinde, yaşama ve kendine bakış açısında bir değişim gerçekleştirememiş olan bireyin ölüm korkusu ve ölüm ötesi yaşamı yadsıması, doğaya verdiği zararları artırıyor ve sadece kendisinin değil, çocuklarının yaşamını da tehdit ediyor. Bu durumda insanlara, özellikle de çocuklara ölümün ve nasıl ölünmesi gerektiğinin hala öğretilmemesini çok rahatsız edici değil mi? Ya da ölümden sonra olmakta olanlar üzerine ve elbette ki varlığın gerçek yaşamı hakkında da umutlarının olmaması büyük bir noksanlık değil mi? Her konuda eğitim almakta olan gençlerin; yaşamın tüm anlamının anahtarı olan böyle bir konu hakkında cahil olmaları küçümsenmeyecek bir talihsizlik değil mi?

  Ölüm hakkında hissedilen / hissedilecek ümitsizlik duygusu gibi kendini aşırı derecede güvenli hissetme ya da yok olma zannının itilimiyle; baş edilemeyen sorunların yok olacağı zannıyla oluşan intihar girişimleri de kaçınılması gerekenler arasındadır. Ölüm dediğimiz geçiş, yok olmak şöyle dursun; ne kasvetli ve üzüntülü, ne de heyecan vericidir, o sadece yaşamın gerçeğidir.
  Ölümle ilgili gözlemlerin bir kısmını da, ölüm döşeğinde yaşamın değerini anlamaya başlamış kimselerin / süjelerin ifadeleriyle ilgili raporlar oluşturur. (Prof. Dr. E. Kubler Ross’un kitaplarına başvurulabilir.) Bu konuda Budist ustalardan Padmasambhava şunları söylemiş:

  “İnsanlar ölüme hazırlanmak için yeterince zamanları olduğunu ancak ölüm döşeğinden anlarlar; o zaman pişmanlıkla yakınırlar. Bunun için çok geç değil mi? Çağdaş dünyada, insanların çoğunun yaşama hazırlıksız yakalanmalarından daha ürpertici ve ümit kırıcı ne olabilir!”

  Başta BUDA olmak üzere, bilgelikte örnek durumda bulunan büyük inisiyelerin çoğu ve peygamberlerin öğütleri, ölüme hazırlanmak için tüm yaşamın fırsatlarla dolu olduğunu içeren ifadelerle doludur. Bunun da ötesinde, bedenli dünya yaşamının dünya ötesi yaşamın bir tarlası (kısacası, “dünyanın, ahiretin tarlası”) olduğu söylenmiştir. Esasen her yaşam kesiti / dönemi, sebep – sonuç yasası gereği  bir sonraki için hazırlıktır ve her yaşam da, bir önceki yaşamın doğal ve kaçınılmaz sonucudur. Bu nedenle, “ellerimiz boş olarak” ölüm bilinmezliğiyle, ölümden sonra bir yokluk inancının sonucu ile karşı karşıya mahkûm değiliz. Yaşamlarımızın anlamını bulmaya burada ve şimdi başlayabiliriz. Her anımızı değişmek, gelişmek, değer kazanmak ve o kaçınılmaz geçişe hazırlanmak için bir fırsat olarak değerlendirebiliriz.

 

  Yaşam ve ölüm aslında bir bütün olduğu, herhangi bir kesintinin olmadığını, hele hele yok olmak gibi bir saçmalığın bulunmadığını anlamak çok zor değildir. Ölüm, yaşamın bir başka bölümünün başlangıcıdır. Dünyaya doğarak da, bir önceki yaşam bölümünden buraya geçmedik mi…. Yaşam, “ölüm” denen geçiş, ölüm ötesi yaşam ve tekrardoğuş; şimdilik olmakta olan bu çevrim, inisiyatik öğretilerde “kuyruğunu ısıran yılan” şeklinde simgelenmiştir. Elbette ki bu fasit daireden (kısır döngüden) şuurlanarak kurtulmak ve daha yüksek / yüce yaşam düzeylerine ulaşmak da olası.

  Bedenimiz fiziksel / biyolojik bir yapıdır ve her fizik yapı gibi belli bir süre (ömür) sonunda işlevselliğini yitirir ve asıl bizin yani ruhumuzun işine yaramaz hale gelir. Bedenin, ruhun işine yaramaz hale gelmesi demek, ruhsal tesire tepki veremiyor hale gelmesi demektir. Biyolojik bir yapı, ruhun canlandırıcı etkisine geri besleme (feedback) vermeye başladığı zaman, o biyolojik yapı ruhun tesirlilik alanı dışına çıkıyor, yavaş yavaş aslına, toprağa yöneliyor demektir. Bu nedenle, ruhun bedeni terk etmesi” ifadesinden çok “beden ruhun müessiriyet (tesirlilik) alanı dışında kalıyor” demek daha doğru olsa gerek. Çünkü, “ruh bedenin içinde” değil, “beden ruhun içinde”dir.
  Beden, ruhun (aslımız, özümüz, asıl kendimiz) etki alanı dışında kalınca “ölüm” gerçekleşir. Burada “ölen” fizik bedendir; ruh var oluşunu sürdürür. Ölüm denen olay beden içindir; ruh hep vardır ve şuurun sürekliliği söz konusudur. Bu nedenle “ölüm” yok olmak değildir. Ölen taraf beden olmasına rağmen; beden yok olmaz, aslına yani toprağa döner. Fizik beden dünya toprağından, dünya toprağında bulunan elementlerden oluşmuş bir yapıdır ve ancak ruhsal etki altında canlılık kazanır. Ölüm denen olay ile fizik beden nasıl aslına dönüyorsa, asıl kendimiz olan ruh da aslına döner. Fizik bedenin aslı / esası nasıl toprak ise, ruhun aslı da ruhsal alemdir,  orası onun asıl vatanıdır ve o hep vardır. Ruh için yokluk söz konusu değildir. Ruh varlığı tekamül olgusu içinde tekrar tekrar bedenleşerek ve giderek
“varlığını daha çok var eder.” Tüm bunlardan dolayı “yok olmak” anlamında ölüm anlayışı ve ölüm korkusu son derece yersiz ve yanlış bir inanıştır.
  “Yok olmak
anlamında ölüm söz konusu değildir; bu kısır ölüm anlayışı yanlış bilgilendirme sonucu oluşmuş ve insanın gerçek doğasıyla bağdaşmayan bir yanılgıdır. Böyle bir yanılgı ve kendini bilmezlik içinde geçirilen bir ömür sonunda gerçekleşen ölümden sonra varlık var oluşunu sürdürmektedir. Deneysel çalışmalar defalarca göstermiştir ki, böyle bir mantaliteyle yani, öldükten sonra yok olacağı yanılgısı içinde ölmüş varlıklar, hala ve sürekli olarak var olduklarını görmekle uzun süreli şaşkınlık (teşevvüş) dönemi geçirmekte kurtulamamaktadır.

YAŞAMLAR BOYU VAROLUŞ >>
DIŞSAL ve İÇSEL ÇÖZÜLME >>

* Bu konuda deneysel çalışmalara dayalı ayrıntılı bilgi için bkz. RUHLAR ARASINDA , Dr. Bedri Ruhselman. Ruh ve Madde Yayınları

Yararlanılan Eserler

* SADIKLAR PLANI  TEBLİĞLERİ, Ruh ve Madde Yayınları
* KARŞI TARAFIN IŞIĞI, Moody, Jr.MD., Ruh ve Madde Yayınları
* ÖLMEK VE ÖLMEK ÜZERE, Elisabeth K. Ross, Boyner Yayınları
* TİBET’İN YAŞAM VE ÖLÜM KİTABI, Sogyal Ringoche, Dharma Yayınları.

Yayın Tarihi: 14.Ocak.2010

 

© Astroset 2004-2010