Ölüm denen geçiş süreci içinde ruh-beden ilişkisi
gevşedikçe/zayıfladıkça, ölen kişi çeşitli vizyonlar
algılamaya başlar. Bu vizyonlar, önceleri ölen kişinin
zihinsel içeriğidir. Bunların iyileri neyse de, korkutucu
olanları ne kadar ürkütücü olursa olsun; bunların ölen kişinin
kendi zihnindeki görüntüler olduğu bilinmelidir. İşte bu ilk
algılamaların olabildiğince ürkütücü olmayan motifler olması,
ölmekte olan kişinin huzur içinde olup olmamasıyla yakından
ilgilidir. Bunu sağlayacak olanlar da, ölmekte olan kişinin
yakınları ya da ölüme yardım eden kişinin bu işteki
ustalığıdır. İşin aslını bilen aydınlanmış bir bilge için
ölüm, sonsuz özgürlükle gelen sevgiliye kavuşmak ile özdeştir.
Yüce Mevlana Celaleddin bir ömür boyu özlemle beklenen bu
kavuşmanın güzelliğini bizlere anlatmak için, onu “Düğün
gecesine” benzetmiştir… Düğün gecesinin ezoterik ve inisiyatik
yorumu ise ölmeden önce ölmek yani Evrensel Yasalara tam
uygunluk ve teslimiyet halinde yaşamak anlamına gelir ki, bir
ruhsal yolcudan ya da inisiyeden istenen ve beklenen asıl
şeyde budur. Bazı gerçekleri ölümden sonra kavramak yerine
burada yaşarken, yasaların uygulayıcısı ve örnek insan haline
gelmek, dünya insanı için en hayırlı haldir. Beş sembol ile ifade edilen bu özel halin inisiyasyonlardaki anlamı hayli
derindir. Tanrı’nın isimsiz neferleri olmak anlamına geldiği
gibi kutsal kitapta “Senin elinden o taşı biz attık” diye
sözü edilen Tanrısal Enerileri hiç çarpıtmadan, egonun ve
nefsin oyunlarına kanmadan kendinden geçirmek gibi çok değerli
ve özel bir anlam da içerir.
Tam
ya da Yarı Ölüm Evet,
“Ölüm ölümdür, ‘yarı ölüm’ ne oluyor?”
diyeceksiniz ama eğer fizik ötesine sağlıklı/makbul bir geçiş
yapamamışsanız, tam olarak ölmüş sayılmazsınız, kalp ölümü ve
5-6 dakika içinde beyin ölümü gerçekleştikten sonra beden
ölmüştür ama siz hala “yarı ölü”
durumdasınızdır. Daha doğrusu, hala bedensel algılamalar ve
izlenimler yanılgısı içindesinizdir. Hatta aradan aylar
geçmiştir hala bedenli sanırsınız kendinizi. Hala bedeninizi
terk etmek zorunda kaldığınız kaza yerinde, savaş alanında,
denizin dibinde ya da mezarın dibinde sanırsınız kendinizi(“Kabir
azabı”, “Arafta kalmak”…belki de
budur…). Bu durumla ilgili bazı paranormal deneyimleri
sitemizde yayınlamıştık. Ayrıca, bu konuda Bedri RUHSELMAN’ın
“RUHLAR ARASINDA” adlı eserine de
başvurulabilir.
Görülüyor ki, ölmeden önce sahip olduğumuz bedenle ilgili
algılamamız, bedenle özdeşleşme durumumuz doğru düzgün
ölümümüzü, yani beden/fizik ötesine geçişimizi bile
engelliyor. Ayrıca, kendini bedenden ibaret saymak, yani;
beden olarak(“et-kemik” olarak) yaşamak “kendini
bilmezlik” ve (inisiyatik öğretilerdeki ifadesiyle) “ölü
yaşamakla” aynı şeydir. Kuşkusuz, fizik bedenimiz tüm
evrenimizin sanki merkezidir; özellikle de çocuklukta
kendimizi böyle algılarız. Çevremizle, hemen hemen hiç
düşünmeden, ben duygumuz (kendimiz sadece bedenmişiz gibi),
egomuzla ilişki kurarız. Bu düşüncesizlik ve sağlıklı olmayan
ilişki de, bizi illüzyonel yanılgı içinde tutar ve
yanılsamamızı giderek güçlendirir. Bir bakıma tüm kutsal
metinler ile inisiyatik öğretilerin hedefi, enkarne
varlığı (gerçek anlamda ölümcül olan) bu yanılsamadan kurtarmak
ve “diri olarak yaşamasını” sağlamak için vardır
ama beşeriyetin büyük bir kısmı ölü ya da yarı ölü yaşar
durumdadır. En seçkin inisiyasyonların özünde anlamını bulan
ve Hz. Muhammed’in veciz ifadesinde yankılanan “kendini
bilmek” işte bu ölümcül yanılsamadan kurtulmaktır. Ayrıca “Rabbini
bilmek” de “kendini bilmek” ile
mümkündür.
Ölüm
korkusu da kendini bilmemekten, kendini beden(yani “ceset”)
sanmaktan kaynaklanır ve kendinden habersiz olan bireyin
korktuğu da başına gelir… Tüm inisiyatik ve Kutsal öğretiler
ölüm dediğimiz geçiş sırasında ve bu geçiş sonrasında
yaşayacağımız deneyimler ne olursa olsun, korkmak için hiç
neden olmadığını söyler. Hem, zaten; “Olmayan bir bedene nasıl
zarar gelir ki…” Ama kendini bilmez beşer, kendini beden
olarak bir ömür boyu görmüş ise, kendisinin zarar gördüğü
yanılgısı içinde kıvranır durur(kabir azabı, cehennem
ıstırabı…). Fiziksel yaşamdaki çekilen tüm ıstırapların
kökünde bulunan bu yanılsamanın sürüp gitmesi; bu kişileri,
özellikle de “var olma bardosu” nda daha fazla
acı çekmeye iter. Görüldüğü gibi cennet ya da cehennem
hallerinden birini(ya da önce cehennemi, sonra cenneti)
deneyimlememiz kendi elimizdedir. Ayrıca, cennet/cehennem
konusunda da çok yanlış anlayışlar empoze edilmiştir, bu da
ayrı bir konu.
Görüldüğü gibi, önemli olan; yaşam boyunca, henüz bir bedene
sahipken, onun görünüşte olan sağlamlığının sadece beşeri bir
yanılsama olduğunu anlamak, bunun içinde “bireyin
kendisini bilmesiyle” ilgili öğretilerden yararlanmak
ve olabildiğince “diri” olarak yaşamaktır.
Bedenli(enkarne durumda) olmaktan dolayı içinde bulunulan bu
yanılsamayla dolu yaşamın kavranması, yaşarken yapabileceğimiz
şeylerden en ilham verici ve anlamlısı olsa gerek. Kadim
zamanlardan beri bilinen bu bilgiden ilham alıp, onunla
donanarak, ölümle ve bedenimizin bir yanılsama olduğu
gerçeğiyle eninde sonunda karşılaştığımızda; onun bu doğasını
aslında, kendimizin gerçek doğasını ürkmeden kavrayabilecek,
kendimizi sakince ona duyduğumuz bağımlılıklardan
kurtarabilecek, isteyerekve hatta şükran ve neşe ile onu
geride(dünyada) bırakabilecek ve bunun neden böyle olması
gerektiğini bileceğiz. Yani öldüğümüzde, gerçekten ve tam
anlamıyla ölebileceğiz ve sonsuz özgürlüğe kavuşabileceğiz.
Ölüm
dediğimiz geçiş öncesinde ve sonrasında, bedenimizin
yanılsamayla(illüzyonel yanılgıyla) dolu doğasını
anlamadığımız taktirde, sanki onu yitirmişiz/yitireceğiz gibi
çok büyük bir travma içinde hiç de gereksiz bir teşevvüşe
girebiliriz. Bunun aksi durumda ise, yukarıda da belirttiğimiz
gibi, fizik bedenin olmamasından kaynaklanan söze gelmez bir
özgürlük(cennet hali) olasılığıyla karşılaşırız. Herhangi bir
inisiyatik öğretiden nasibini almamış, hele kendisini sadece
bedenden ibaret sanan bir kimse için bedeni ve bedeni ve
dolayısıyla maddesel yaşamı yitirmek gerçekten çok zor bir
deneyimdir. Fakat ölümün gerçek anlamı hakkında bilgiye sahip
olursak, ölüm denen geçiş anında ve bu geçişin devamında en
azından derin teşevvüş hallerine düşmeyiz. Bununla da kalmaz
bize uzanan yardım ellerinden daha çok yararlanırız. Ölümle
ile bilinmeyene, daha da kötüsü yokluğa geçmiş olmuyoruz.
Zihnin Doğasını Kavramanın Önemi
Yokluk
bir yana, şimdiki bedenli halimizden daha çok varız ve bu “geçiş”
ile yöneldiğimiz yer de, doğmadan önce(anne karnından da önce)
bulunduğumuz yerden başkası değil. Orası asıl yerimiz, sürekli
var olduğumuz yer, asıl vatanımız, ana vatanımız, asıl
ailemizin, gerçek dostlarımızın bulunduğu yer. Elbette ki
oraya, “geçiş” ten hemen sonra ulaşmıyoruz;
Tedriç Yasasına göre, aşama aşama, merhaleden merhaleye…(Bu
dizimizde esas konumuz, spatyomun merhaleleri ya da ölüm ötesi
yaşam olmadığı için, biz tekrar şimdiki konumuza dönüyoruz).
Bu nedenle, ölüm denen “geçiş” le ilgili olası
illüzyonel acıları deneyimlememek ve teşevvüşümüzü gereksiz
yere uzatmamak ve asıl yerimize varışımızı geciktirmemek için;
henüz bedenli halde yaşıyor iken, çeşitli ruhsal çalışmalar
destekli inisiyatik bilgiler yoluyla zihnin doğasını sağlam
bir şekilde kavrayabilmekte yarar var.
Konunun inisiyasyonuna vakıf iyi müritler(özellikle Tibet’te)
ölüm sırasında kendilerini idare edebilmektedirler ama sıradan
kişilerin ve acemi müritlerin, yanlarında eğer mümkünse
ustaları(mürşitleri), bu mümkün değilse de, onlara yaptıkları
ruhsal çalışmaların özünü anımsatabilecek ve gözlerinin önünde
canlandırmayı(önceden) seçtikleri belli bir imaj/görüntü
konusunda ilham verebilecek inisiyatik dostların olması
gerekir. Bu, bir kimseye yapılabilecek en büyük, en güzel
yardımdır. Bununla birlikte, kim olursak olalım, ölüm süreci
hakkında bilgimizin olmasının büyük yararı vardır. Eğer ölümün
aşamalarını anlarsak, geçiş sırasında kaçınılmaz olarak
yaşanan tüm o garip ve sıra dışı deneyimlerin bizi teşevvüşe
sokmasının önüne geçmiş olabilir ve yardımlardan o ölçüde
yararlanabiliriz. İyi bir mürit(ya da bu konuda uzman
bilgilenmiş bir kimse) için “geçiş” in her
aşaması zaten bir sonraki aşamanın işaretlerini içerir.
Şaşkınlıktan şaşkınlığa girmeye gerek yoktur. Ölmesini bilen
bir inisiye için ölüm, aşama aşama gerçekleşen bir mekân
değişikliğidir.
Özellikle Tibet kaynaklı inisiyasyonlarda ölüm süreci
ayrıntılı bir şekilde öğretilir. Bu süreci, Tibet
inisiyasyonunun önemli isimlerinden Sogyal RINPOCHE iki temel
aşamada özetlemiş: Dış ölüm ve içsel ölüm. Bunlardan dış ölüm,
duyuların ve elementlerin erircesibne yok olduğu ilk aşamadır.
Her türden düşüncelerin ve duyguların sıfırlanması bu ilk
aşamadan sonra gelir ki, bu da içsel ölümdür. Bu konuda en
inisiyatik bilgiye sahip kaynak Tantrik Budizm’dir. Bu
öğretiye göre bedenimiz(maddeci tıbbın bilinen fizyolojik
bilgisinin ötesinde) süptil kanalların dinamik ağından oluşur.
Canlı bir vücutta “ki(ch’i)
enerjisi” ya da “prana”
yaşam boyunca bu kanallarda dolaşır. Çin tıbbı ve akupunktur
tedavisi bu “dinamik ağ” üzerine kurulmuştur. Bu
ağ sisteminin elbette ki çakralarla da bağlantısı vardır. İşte
S. RINPOCHE’nin sözünü ettiği “dış ölüm” bu ağ
sisteminin dinamizminin sıfırlanmasıyla oluşur.
Süptil Kanallar Sistemi
Söz
konusu süptil kanallar sistemi(72.000 kanaldan oluştuğu
söylenir…) ölümün ilk aşaması olan “dış ölüm”de dinamizmini
yavaş yavaş yitirirken, ölen şahsın fizyonomisine bu değişimin
yansımaları da olmaz değil. Bu konuda bazı gözlemler ve
saptamalar(cildin renginin değişmesi, nefes alış-verişte
farklılık vb.) literatüre geçmiştir ama modern dünyada ölmekte
olan kimselere bakan kişiler bu belirtilere pek dikkat etmez
ya da anlamaz. Örneğin, yoğun hastane ortamında çalışan
hemşire ve hastabakıcılar ise, birinin öleceğini önceden
söyleyebilmek için genellikle; kendi sezgilerine ve
doktorların ya da hastanın ailesinden kişilerin davranışları
ya da ölmek üzere olan kimsenin zihinsel durumu gibi başka pek
çok etkene güvenirler. Maddeci Batı’da, insanla ilgili bu en
önemli konuda şaşırtıcı derecede az araştırma yapılmıştır. Bu
da, ölüm sürecinin ne kadar az anlaşıldığını ve bu çok önemli
yaşamsal deneyime ne kadar az saygı gösterildiğinin belgesi
olmaktadır.
Genellikle Tantrik Budizm’de, geleneksel olarak; ölmek üzere
olan kişinin sağ yanı üzerinde uzanması önerilir. Sol el, sağ
elin üzerindedir. Sağ el çenenin altına yerleştirilmiş ve sağ
burun eliğini kapamıştır. Bacaklar birbirlerine ayrık ve
hafifçe kırıktır. Neden sağ taraf? Çünkü bedenin sağ tarafında
hayal dünyasına dalmayı kolaylaştıran süptil kanallar bulunur.
İşte bu kanalların üzerine uzanmak ve sağ burun deliğini
tıkamak, bu kanalları tıkar ve ölüm gerçekleşirken kişinin “parlaklığı”(ışıklı
tüneli) tanıyıp, kabullenmesini kolaylaştırır. Ayrıca,
bilincin bedenden ayrılabileceği tüm öteki açıklıkları
tıkadığı için; bilincin, başın tepe çakrasından bedeni terk
etmesine de yardımcı olur.
Dışsal Ölüm/Çözülme
Dışsal
ölüm ya da dışsal çözülme, az yukarıda da belirttiğimiz gibi
duyuların ve elementlerin(Tantrik Budizm’e göre; su, ateş,
hava, toprak) sanki erircesine çözülüp yok oldukları süreçtir.
Ölüm sırasında bu çözülme nasıl deneyimlenir? Bu aşamada ilk
farkına varabileceğimiz şey, duyularımızın işlevlerini
yitirmeleri olabilir. Çevremizdeki kimselerin
konuşmalarını(belki bize seslenişlerini) duymamaya
başladığımız, bir tek kelime bile edemediğimiz dakikalar… Eğer
gözlerimiz yarı aralıksa, önümüzdeki bir nesneye baktığımızda
onun sadece dış hatlarını seçebildiğimiz dakikalar… Benzer
durumlar; koku alma, dokunma ve tadalma duyularımız için de
geçerlidir.
Dış
ölümde “elementlerin çözülmesi” nden kastedilen
de şudur: bedenimizin tüm gücünü yitirmeye başlaması, toprak
elementinin çözülmesine karşılıktır. Oturmak ya da ayağa
kalkmak bir yana, başımızı bile taşıyacak halimiz kalmamıştır.
Sanki düşüyormuş, yerin altına batıyormuşuz gibi, ya da büyük
bir ağırlığın altında eziliyormuşuz gibi hissederiz kendimizi.
Ruh-beden ilişkisi giderek gevşemektedir. Başka türlü
ifadesiyle fizik beden, ruhun(asıl kendimizin) bu bedeni
kontrol ettiği etki alanının dışına çıkmaktadır. Bu aşamada,
cildimizin/tenimizin rengi solar ve sarımtırak tona
dönüşebilir. Bazılarının yanakları sarkar, dişlerde koyu
lekeler belirebilir. Göz kapakları iyice ağırlaşır, onları
açıp kapamak bile zorlaşır. Genel bir uyuşukluk giderek
bedende yaygınlaşır. Bunlar, toprak elementinin su elementine
doğru çekildiğinin işaretleridir.
Su
elementinin çözülmesi aşamasında, vücuttaki sıvılar tutulmaz
olur; gözyaşı ve burun akıntısıyla birlikte idrar kaçırması da
olabilir. Gözler, göz çukurları içinde kurumaya, dudaklar
çekilmeye başlar. Ağzımızın içi ve boğazımız kurur, burun
deliklerimiz içe çöker. Bedenin çeşitli yerlerinde seğirmeler
ve kasılmalar bu aşamada olur. Bunlar, su elementinin ateş
elementine doğru çekildiğinin işaretleridir.
Ateş
elementinin çözülmesine geçişin belirgin işareti “girdap
gibi dönen duman huzmeleriyle dolu bir sis görüntüsü”
dür. Bu aşamada beden ısısı, ayaklardan başa doğru yitirilir.
Ağızdan ve burundan çıkan nefes artık soğumuştur. Algılama
duygusu yok olmaya başlar; zihin, zihin berraklığı ve zihin
karışıklığı arasında gidip gelmeye başlar. Çevremizdekileri
tanımamaya başlarız. Ses ve görüntüler karıştığı için,
çevremizde olup biteni anlayabilmemiz giderek daha da
zorlaşır.
Ateş
elementi de yerini hava elementine bırakır ki; bunun da
belirtisi, bir ateşin üzerinde tıpkı ateş böcekleri gibi dans
eden “kırmızı kıvılcımlar” dır. Soluk almak
artık iyice zorlaşmıştır. Hava sanki boğazımızdan kaçıyormuş
gibidir ve hırıltılı nefes alışlar bu aşamada duyulur. Gözler
yukarı dönmüş, hareketsiz durumdadır. Artık her şey
bulanıklaşırken, fiziksel çevremizle olan ilişki duygumuz da
giderek yok olmaktadır. Halüsinasyonlar eşliğinde, noktalanmak
üzere olan bedenli yaşamımıza ait çeşitli görüntüler de bu
aşamada ortaya çıkmaya başlar. Bedenli yaşamımızda çok fazla
olumsuzluk varsa, bunlardan dolayı ağlamaya başlayabilir…
Bunun tersi ağırlıklı olarak iyi ve sevgi dolu bir yaşam
sürmüşsek, zihnimizde; neşe dolu, harika görüntüler
canlanabilir. Sevdiğimiz dostlarımız ya da aydınlanmış
varlıklar zihnimizde belirebilir. Kısacası, genel anlamda iyi
bir yaşam sürmüşsek, ölüm denen “geçiş” te korku
yerine huzur vardır. Görüldüğü gibi cennet/cehennem halleri
daha bu aşamada başlıyor. Başka türlü ifadesiyle, dünyada
ektiklerimizi hemen bu aşamadan itibaren biçmeye başlıyoruz
(“Dünya,
ahretin tarlasıdır…”). Soluk alışlarımız giderek,
giderek daha sığlaşır ve soluk verişler belirgin şekilde uzar.
Bunlar son ve uzun nefes verişlerdir ve aniden soluk
alışverişi de durur. Günümüz tıbbına göre; kalp durmuş ve 5- 6
dakika sonra da “beyin ölümü” yle birlikte
“klinik ölüm” gerçekleşmiş olur.
Ancak
Tibetli mürşitlere göre, “içsel ölüm”e henüz
geçilmemiş, yani ölüm olayı henüz tamamlanmamıştır. Sadece, “dış
ölüm”ün son aşaması olan hava elementinin bilinç
içinde erimesi tamamlanmıştır.
İçsel Ölüm
Fizik
ötesine geçişin ikinci ve son aşaması olan “içsel ölüm”ün
düşünce ve duyguların tamamen yok oluşuyla ilgili bir aşama
olduğunu daha önce de belirtmiştik. Tantrik Budizm öğretisinde
içsel ölüm de dört bilinç aşamasından oluşuyor. Burada
sunduğumuz özet bilgi, Tantrik Öğretinin saptamalarından
oluşan genel bir kalıptır. Bu konunun mürşitleri, tüm canlı
varlıkların(en küçük böceklerin bile) bu süreçten geçtiğini
söyler. Ölüm süreci sırasında, dışsal ve içsel çözünmede neler
olup bittiğini anlamanın en kolay yolu, bilincin en süptil
aşamalarının bile dereceli olarak gelişimi(Tedric) ve
anlaşılmasıdır.
Bir
Tantrik Yoga uygulayıcısı, ölüm sürecindeki bilinç
değişimlerini uyararak ve “parlaklık deneyimi”
ni(ya da “Berrak Işık Deneyimi”ni) yaşayarak,
yaşadığı sırada ölüm süreci için hazırlanır. Hatta uykuda bile
bu değişimlerin sürekli olarak farkında olmaya çalışır. Çünkü
unutulmaması gereken, bilincin; aşamalı olarak derine
inmesinin, sadece ölüm dediğimiz “geçiş”
sırasında olmadığıdır. Bazı mürşitler, günlük yaşamımızda da,
uyanıkken bunun olduğunu göstermişlerdir. Görülüyor ki, ölüm
süreci bir yoga çalışmasına dönüştürülebilir. Örneğin, “dışsal
çözülme” nin her aşamasında, bir Tantrik Yoga müridi;
ustasını(mürşidini) farklı enerji merkezlerinde
canlandırabilir: toprak elementi kaybolduğunda, ustasını kalp
merkezinde tasavvur eder. Su elementi kaybolduğunda ustasını
göbek çakrasında, ateş elementi kaybolduğunda da onu alnında
hayal eder…
“Ölmeden ölmek” kavramının başka bir
anlamı da bu olsa gerek, ne dersiniz? |