Bir gün
güler, bir gün
ağlarız
Dış
dünya objektiftir: Kar yağar, bu bir doğa olayıdır, ama sürücü
gerekli önlemleri almadan yola çıkmış ve yolda kalmışsa, bu
onun için sinir bozucu bir halettir. Oysaki, çocuklar için
kar; kardan adam yapmak, kartopu oynamak olanağı sağlayan
harika bir olaydır. Kurak bir dönemde yağan yağmur çiftçinin
yüzünü güldürürken, iş yerini su basan insanın kabusudur.
Günlük yaşamda da öyle değil mi? Her
birimiz, hergün çeşitli duygularla ve çeşitli tesirlerle
farklı farklı haletlere girer girer çıkarız. Bir gün önce
yapıldığında güldüğümüz şey, bir gün sonra bizi üzebilir.
Biraz önce öfkeliyken, biraz sonra farklı bir tesirle gülmeye
başlarız. Çünkü bedensel benimiz çeşitli benliklerden
oluşmuştur.(1)
Her bir etki bizi başka bir başka bir benliğe büründürür.
Bukalemun gibi, renkten renge gireriz... Bir tek duygunun
tesiri altında durağan olarak kalamayız uzun süre. Olaylarla
gelen tesirler ve onların neden olduğu duygusallıklar bizleri
halden hale sokar. Stabil bir içsel denge halini
oluşturamamışızdır. Her an her yerden akmakta olan etkiler,
olaylar bize farklı farklı duygular yaşatır. Yani yaşam
boyunca, hiç durmaksızın halden hale girer dururuz. Biraz önce
öfkeliydim. Acaba ortada gerçekten öfkelenecek bir durum var
mıydı? Dünkü o olay gerçekten de o göz yaşlarına değer miydi?
Yoksa, olay bendeki bir anıyı mı çağrıştırmıştı ve ben
gerçekte öfkelenmem gereken bir yerde ağlamaya mı başlamıştım?
Duygularım gerçekliklerini mi yitirmişti? Almış olduğum etkiye
uygun tepkiler mi veriyordum, yoksa aklı devreye sokmadan,
ailemden, iş çevremden gördüğüm yani beşeri koşullandırmalar
altında edindiğim sahte benliklerimle, onları taklit
ederek edindiğim belirli duygusallık kalıplarını mı
kullanıyordum? İşte bunların hepsi kendi kendimizi kontrol
konuları; bir bakıma farkındalık, bir bakıma da uyanıklık...
Duygular-Duygusallık
Duygularımız
gerçekle çakışıyor olsun olmasın, duygularımızın güdüleri
doğrultusunda davranmamızdır.
Bunlar subjektif davranışlardır. Hem genetiğimizden, hem
çocukluğumuzdan, hem de kültürel çevremizden, beşeri ve
dünyasal koşullandırmalardan kaynaklanan güdülendirmeler
nedeniyle duygularımızın doğru kullanılmamalardır.
Kimliğimizin bir parçası haline gelmiş bazı duygular
vardır. Ayşe deyince, aklınıza hep neşeli bir insan gelir
örneğin. Ama Fatma deyince de vara yoğa sinirlenen biri... Bu
kişiye nasıl davranacağınızı bilemezsiniz."Hiç mi hoşuna giden
birşey yok?" diyesiniz gelir içinizden. Ötekisinin de
gerçekten ne hissettiğini bilemezsiniz. Hatta bazen
gülümsemesi bile sinirinizi bozar.
Bunların yaşam öykülerine
dönüp bakabilirsek, büyük olasılıkla kendini korumak, zarar
görmemek hatta çevreden olumlu ileti alabilmek için 4 temel
duygudan birini kendine kalkan yaptıklarını görürüz. Çoğumuzun
böyle bir kalkanı vardır. Bunlar bizim kimliğimizin duyguları
olmuşlardır. Duygularımızın gerçekliklerini kaybetmeleri
tamamiyle edinimseldir. Bunu küçük çocuklara bakarsak, daha
iyi anlarız.
Çocuklar olayla birebir
doğrudan bağlantı kurarak, duygularını, tepkilerini
gösterirler. Çok doğaldırlar. "Acaba nasıl davransam?" diye
düşünmezler. "Başkaları ne düşünür?"diye kaygılanmazlar. Henüz
bir geçmişleri yoktur, çok deneyimleri olmamıştır, gelecek
kaygıları da yoktur. Yani dosdoğru yaşarlar ve hissettiklerini
olduğu gibi yansıtırlar ya da hissettikleri gibi davranırlar.
İçten, hesapsız, kitapsız davranışlardır bunlar(2).
Çocukluk, bizim; saf, duru, arı
yanımız. Arayıp arayıp da bir türlü bulamadığımız, ama
muhakkak bulmamız gereken kendimiziz.
"Düşündüğümüz ve inandığımız gibi
hissederiz..." diye bir söz
vardır. Demek ki, biz yetişkinler aslında tesirin kendisine
değil, o tesirle ilgili olarak geliştirdiğimiz
düşüncelerimize, inançlarımıza, yorumlarımıza ve o tesire
yüklediğimiz anlamlara ve hatta o tesirin kaynaklanıp geldiği
kişiye tepkide bulunuruz, sadece bunları referans alırız. Bir olay ortaya çıktığı zaman mazideki, geçmişimizdeki
deneyimlerimizi kriter olarak alırız.
Duygularımızla ilgili
tepkilerimizin oluşumları, deneyimlerimizin beslediği düşünce
kalıplarımıza bağlı olduğuna göre, duygu halimizi değiştirmek
için de olaylar hakkındaki düşüncemizi/tavırlanmamızı
değiştirmeliyiz, küreselleştirmeli daha bütünsel
bakabilmeliyiz. Bütünsel ve geniş bir bakış açısı elde etmek
için harcanan tüm çabalar da bireysel hanemize artı olarak
yazılır ve bizi sandığımızdan daha hızlı ve daha fazla
geliştirir.
Örnek: 2 kişi düşünelim;
bunlardan "A", "İnsanlar kötüdür", "B" ise, "İnsanlar iyidir"
inançlarına sahip olsunlar. Bunlardan hangisi kendisini
insanlardan daha çok koruma zorunluluğunu hissedecektir?
Hangisi insanlara sert, hangisi sevecen yaklaşacaktır?
İnsanlar aynı insanlar. Fakat onlar hakkında geliştirdiğimiz
farklı düşünce kalıplarımız, onlara karşı tavrımızı da farklı
kılacaktır. "A" daha içine kapanık, yanlız yaşarken, "B" daha
sosyal, daha arkadaş canlısı olacaktır. Bir tanesi daha yanlız
daha mutsuzken, ötekisi paylaşmanın zevkine varıp, daha mutlu
ve umutlu olacaktır. Seçim tamamiyle onlara aittir.
Nasıl
Düşünürsek Öyle Hissederiz Görüldüğü
gibi, nasıl düşünürsek öyle hissediyoruz. Düşünce, duygu ve
davranışlarımız; birlikte çalışarak, bizim yaşam öykümüzü,
deneyimlerimizi oluştururlar. Düşünce
+ Duygu > Davranışın
yönünü belirler. Eğer
düşüncelerimizi değiştirirsek duygularımız; duygularımızı
değiştirirsek davranışlarımız değişecektir.
Düşünce kavramının
realitemizle yakın ilgisi vardır. Yani, bir kişinin düşüncelerinin türü ve kalitesi ile yaşama karşı genel tavrı,
yaklaşık olarak o kimsenin genel realitesi hakkında bize bir
fikir verebilir. Kısacası paradigmalarımızı düşüncelerimiz
oluşturmuştur. Düşünce mi daha önce yoksa duygu mu daha önce
devreye girer derseniz, bunun kesin bir çizgisi yoktur. Bazen
duygular düşüncenin, bazen de düşüncelerin eşliğinde ortaya
çıkar. Bazen de düşünceler isteklerimizle birlikte ortaya
çıkar. Ya da bu ikisi birbirinin ortaya çıkmasına zemin
hazırlar. Yani, bazen düşündüğümüz şeyi arzularız; bazen de
arzuladığımız şeyi düşünürüz.
Elbette ki, bu arada
duyularımızın işlevinin temel oluşturduğunu unutmamalıyız.
Yapılan deneylerde, güçlü bir duygulanma halinde bizden
yayılan düşüncenin titreşimi ile, sakin bir haldeyken bizden
yayılan düşüncenin titreşimi arasında fark olduğunu
göstermiştir.
Bu arada ileride
kullanılması düşünülen bir bilgiyi de yeri gelmişken hemen
aktarmak isteriz. Adı "Kristal teknolojisi" olan bu teknolojik
gelişmede, teknolojinin gücü ve yakıtı düşünce olacaktır.
Kristal, gerçekten büyük bir enerji depolayıcısı ve kendine
yüklenen tesiri katlayarak çevresine yayan değerli bir taştır.
Kristalin düşünce gücüyle çalışması kulağa hoş gelse de ona
yüklenecek düşünceye eşlik eden duygunun kalitesiyle çok
yaralı ya da yıkıcı olabilir. Kristal hangi tür düşünce ile
yüklenirse, onu depolayıp katlayarak yayacaktır. Bu da
insanları daha da düşünce ve duygularından sorumlu hale
getirecektir (Kristallerin bu amaçla kullanımları konusunda
bkz. ‘Astroloji BURÇ’ dergisi, sayılar: 100-109). Evet, bu
kısacık bilgiden sonra yine konumuza dönelim.
Herhangi bir duygu ya da
düşünce halinde temelde 3 boyut vardır:
a. Dışarıdan gelen tesir(
bir olay), b. Olay ile ilgili
geliştirdiğimiz inançlarımız, yorumlarımız, ona yüklediğimiz anlam ya da o olayın bizde uyandırdığı duygu, c. Gözlenebilir davranış
değişimleri,
Aksırırız.
"eyvah". Bu nidanın altında "Eyvah, hasta olacağım, tatilimiz
yine haram olacak..." v.b. düşüncesi vardır. Düşüncelerimizin
kendimiz tarafından bile gözlenmesi zordur bazen. Her zaman
sözcüklerden de oluşmazlar. Geçmişte yaşadığımız bir deneyimin
sonucu olarak kendiliğinden bu tepkiyi vermişizdir. Peki o
anda ne olur? Daha önce böyle bir hapşırmayla başlayan bir
soğuk algınlığı sonucu tatilimiz istediğimiz gibi geçmemiştir.
Eğer o an yeni bir tatil hazırlığı içindeysek, hemen aklımıza
bir önceki deneyimimiz gelir. 'An'ı kaçırırız. Şimdi ve burda
olmamız gerekirken geçmişe takılır kalırız. Küçücük bir
polenin ya da tozun bizi aksırtması, bizi hızla geriye
götüreceğinden şimdinin realitesini çarpıtırız. Onu
olduğundan daha farklı görürüz ve yorumlarız. Dolayısıyla
mazimizin esiri oluruz. Ne yaparsak yapalım; eski düşünce,
duygu, davranış, tepki ve arzu kalıpları tekrar tekrar
sergilenip dururlar. Yinelenen bir senaryo gibidirler. Bazen
düşünce o kadar güçlü olur ki, hasta olmayacağımız varken bile
hasta oluruz. Bu bağlamda düşünce, bir tezahür ettirme
aracıdır. Genel anlamda düşünce, özel anlamda da duygu ve
inanç yüklenmiş düşünce, sahibine sorumluluk yükleyecek kadar
önemlidir. İsa Peygamber de bu mekanizmayı,
"
Düşüncelerinizden de sorumlusunuz! "
ifadesiyle dile getirmiştir.
Zihin Zihin
bize sürekli oyunlar hazırlar. Zihin, sürekli akan
düşüncelerin toplamıdır. Yani fikirlerin akma hareketi
zihindir ve bedenli olmakla ilgilidir. Beden olmadığında zihin
de yoktur, çünkü beyin yoktur. Duygusal tepki kalıplarımız
zihinsel kalıplarımızın bir ürünüdür. Zihin eğer doğru
biçimde kullanılırsa muhteşem bir cihazdır. Ama genelde biz
onu değil; sahte benliklerin hegemonyası altında o bizi
kullanır. Bizler zihnimizi kendimiz sanma yanılgısına
düşmüşüzdür. Bu, beşeri bir aldanma, illüzyonel bir
yanılgıdır. Benlik duygumuz zihne dayalıdır. Zihin bu maddi
varlığımızın bedensel benimizin önemli bir işlevidir. Ama o,
biz değiliz. Bunu ayırt etmek gerek. Öfke, korku karamsarlık,
kendini tehdit altında hissetme gibi olumsuz duygular bize ait
gerçek duygular değillerdir, nefsin güdümü altındaki beşeri
zihnin koşullandırmalarıdır.
İnsanları yargılamamız
zihnimizle özdeşleştiğimizin bir göstergesidir. O insanı ya da
eylemi değil, o insan ya da eylemle ilgili zihnimizde oluşmuş
hükümleri düşünürüz. Dolayısıyla gerçekten uzaklaşıp, kendi
realitemize göre kararlar veririz, önyargılı davranırız.
Zihin belli bir düşünce ve tavır üstünde
durdukça, duygu da ona ister istemez ayak uyduracaktır.
Psikologlar 0-6 yaş arasında temel zihin ve duygu
kalıplarımızın oluştuğunu söylüyorlar. Yani 0-6 yaş edinimleri
bizi bağımlı kılıyor. Duygularımız bilgiye, gözleme, senteze
dayanmayan çarpıtılmış imajlar ve hükümlerden besleniyorlar.
İmajlar ve hükümler de noksan ve geçici olduğu için, duygu
karmaşası içinde yaşıyoruz, ki bunun adı da
duygusallık
oluyor.
Herhangi bir nedenle içine
girdiğimiz duygu halini doğru yaşayabilmek, ondan içsel
gelişim yönünde yararlanabilmek için, önceden idrakine
vardığımız bilgileri devreye sokmamız gerekir. Oysa ki, beşeri
zihin hele nefsin hegemonyası altındaki zihin yeni yeni
oyunlarla, olguları doğru değerlendirmemizi engeller. Hangi
tutumu benimsersek benimseyelim, zihin bizi yani kendisini
haklı göstermek için sanki çırpınır, bin türlü hokkabazlık
yapar durur. "Dikkat et sana daha önce de bunu yapmıştı, bu
sefer tongaya basma sakın!" der. Kontroldan çıkmış, başı boş
duygusallığımızı destekler. Bilgili hareket etmemizi engeller
ve dolayısıyla şimdinin realitesini kaçırmamıza neden olur. "
Tarih tekerrürden ibarettir..." diyen düşünce kalıbının altında
belki de sürekli mazideki deneyimlerini kriter alan
zihniyetler vardır. Şuuru çok değil, bir parçacık açık olanlar
buna, "İbret alınsaydı tekerrür eder miydi hiç?" diye bir
karşılık getirmektedir. Aslında, her şey ibretlik ama,
anlayana...(3)
Duygularımızı doğru ve
sağlıklı yaşayarak içsel gelişim yönünde değerlendirmemizin
önündeki en büyük engeli zihnimiz oluşturuyor. Bireyin gelişim
yolundaki en büyük engel yine kendisidir yani kontrol altına
alıp, eğitip ehlileştiremediği nefsi.
Zaten o, sahip olduğumuz
diğer tüm olumsuzlukların da kaynağı; onunla özdeşleşmemiz,
kendimizi o sanmamız, düşünmemizin durdurulamaz ve istem dışı
hale gelmesine neden oluyor. Düşüncenin biri gidiyor, ötekisi
geliyor. Şimdiye kadar ölçülebilen en yüksek hız ışık hızıdır.
O da saniyede biliyorsunuz 300bin km.dir. Düşünce hızını ise
günümüze kadar ölçmeyi hayal bile eden çıkmadı. Bilge
insanlara özgü içsel sükuneti yakalamak çok zor. Ama asıl
kalıcı mutluluk ve güç onda...
Aslında bu çok büyük bir
sorundur ama herkes aynı dertten müzdarip olduğundan, bu
durumu normal kabul ederiz. Hatta, densizlikte daha da ileri
giderek; biraz içsel süküneti başarmış, duygusallıktan kendini
kurtarmış sessiz sakin kişileri pısırıklıkla, a-sosyallıkle
damgalayıveririz. Nefsin güdümü altında ve duygusal karmaşa
içindeki aktifliği marifet sayarız...
Zihinle
Özdeşleşmek Sık
sık "Çok dalgınım, dikkatimi toparlayamıyorum.." der dururuz.
Zihinle özdeşleştiğimizde, gerçekle sanki ilişkimizi keseriz.
Dünya ile aramıza bir set çekeriz ve duygularla eylemlerimizi
zihin depomuzda bulunan yaşanmış, bitmiş, enerjisi tükenmiş,
donuk kavramlarla, birtakım etiketlerle, yargılarla ve
tanımlarla destekleriz. Buna zihni kullanmak mı denir, yoksa
kullanmamak mı, bilemiyoruz? Çünkü onu gerçekten
kullanmış olsak durum daha farklı olur. O bizi kullanıyor ve
biz onu kendimiz sanıyoruz.
(4)
Gurdjieff'in ifadesiyle de, "Uyurgezer
makine beşer" den bundan başkası beklenemez
zaten... Eğer zihnimizi biz kullanmış olsak, farkı hemen
anlarız çünkü hiç olmadığımız kadar dikkatli ve konuya
odaklanmış oluruz. Yani farkında oluruz yaptığımız işlerden ve
içsel gelişim-bilgelik yönünde çok daha yüksek verim alırız. İşte bu nedenle, bizi etkileyen geçmiş zaman illüzyonunu sona
erdirmek zorundayız. O zaman zihnimiz bizim hizmetimizde,
işlek ve işlevsel bir cihaz olacaktır.
Sürekli geçmişten söz ettik.
Zihnin geleceğe takılı olduğu zamanlarda çok olur elbette ki.
Çünkü zihin; varlığını sürdürmek, doyum aramak, umut
beslemek, huzurunu kaçıran rahatsızlıklardan kaçmak için
kendini doğal olarak geleceğe de projekte eder. Mutlu,
huzurlu, zengin olacağı günleri hayal etmeye başlar, bunların
aşırısına gündüz hayalleri denir ve insanı gerçekten koparır.
Kuşkusuz, burada da geçmişe ilişkin zihinsel tepkilerimiz söz
konusudur. Yani geleceğe yönelik hayallerimizi, geçmişimize
tepki olarak kurgularız. Örnek: Alibeyköy dere yatağında
evimizi su basmışsa, hayallerimiz Moda burnunda 5.katta
oturmaktır. Sorunlarımızın kaynağını kendimiz dışında aramaya
meyillidir zihin. Sorunlarımızı yaratan başka insanlar,
olaylar değil, bedenimize sürekli mesajlar gönderen bizzat
kendi zihnimizdir. Zihnimiz neyin üzerine konsantre olursa,
onu deneyimleriz.
Karşılaştığımız her
şey bizim kendi zihnimizin ürünüdür. Geçmişimiz bize bir
kimlik verdiği, gelecek de doyum vadettiği için bu ikisi
arasında gider geliriz ve işin kötüsü, bu arada özgürlükten de
dem vur dururuz... Oysa ki, yaşam şimdidedir, şimdi ve
buradadır. Kimliğimiz şimdiyi ne kadar doğru yaşadığımıza,
doyumumuz da şimdinin
ne
kadar farkında olduğumuza bağlıdır. Geçmişi, şimdimizi ipotek
altına almaktan alıkoyacağımız yer ve zaman da, kendimizi
geleceğe yönelik hayallerden kurtaracağımız yer de zaman da
şimdi ve burasıdır.
Şimdiye hak ettiği değeri veren bir insanın geleceği için
olumlu umutlarının olmasında bir sakınca yoktur ama gelecek
fikri kaçış olarak kullanıldığında çeşitli sıkıntılar yaratır.
Budist
rahipler tıpkı Tai-Chi ve Çi-kong uygulamalarında olduğu gibi
anı yaşamak için pirinçten tablolar yaparlarmış. Pirinçler
küçük olduğu için işleri bir hayli zormuş, tüm dikkatlerini
vermeleri gerekiyormuş. Bir gün bir yabancı onlardan birine,
"Neden bu kadar emek harcıyorsunuz, rüzgar estiğinde tüm
pirinçler dağılıyor." demiş. Rahip de tabloların önemli
olmadığını, bunları 'an'ı yaşamak, 'an'a konsantre olmak için
yaptıklarını söylermiş. |