Geçmişten
dersler çıkarmak Şimdi siz " Geçmişte
yaptığımız hatalardan ders almayacak mıyız?" diyeceksiniz. Biz deneyim yapan varlıklarız. Elbette ki gerektiğinde geçmişe
başvuracağız, yarınlar için umut beslemeyelim mi? Umut bizi
motive eder, devam etmemizi sağlar. İmajinatif çalışmalar
vizyonumuzu genişletirler. Hayallerimiz, umutlarımız olmadan
yaşanır mı? Geçmişte yaptığımız hatalardan ders almayalım mı?
Zaman zaman geçmişe, zaman zaman da geleceğe yönelik zihinsel
etkinliklerimiz elbette ki olacaktır. Burada sorun, hep
oralarda kaldığımızdan kaynaklanır.
Şimdi'nin doyumuna pek fazla
ulaşamadığımızdan, belli şeyler
istediğimiz gibi olmadığından, sürekli olarak bir direnç
halindeyizdir. Sürekli yük taşımakla meşgulüzdür. Hafifliğin
ne demek olduğunu bilmediğimizden, yüklenir de yükleniriz...
Duygularımız ve zihnimiz olabildiği kadar bilgi, akıl ve
vicdan yardımıyla kontrol altına alınmalıdır. İçsel gelişimin
gereği olarak uyanık ve duyarlı çabalara sahip olmamız ve bu
çabaları sürdürmemiz gerekmektedir.
Bu aynı zamanda; değişip, dönüşüp
yenileşmenin "yeni çağa aday kişi" olmanında gereği değil
midir?
Şimdiki halde, genel
beşeriyet olarak çok benlikli bir yaşamın doğal sonucu olarak;
bireylerin aklı, bilgi malzemesinden çok duygu malzemesiyle
hükümler oluşturulmaktadır ne yazık ki.. Böylece de akıl
kapasitesinin çok altında çalışmaktadır. Duyguyu doğru yaşamak
ve doğru düşünebilmek için idrak ve bilgi gereklidir ki buna
da şuurlanma adını veririz. Eğer doğru yaşarsak, olayları da
doğru değerlendirebiliriz. Varlığın iki türlü bilgiye ihtiyacı
vardır: Birincisi "Ben bilgisi", ikincisi "eşyanın bilgisi"
dir. Her iki bilgi de varlığın şuur düzeyini yükselteceğinden,
idrakini arttıracağından duygularını ve düşünce kalıplarını
tanıması daha kolay olacaktır. Duygular yok edilemez, buna
gerek de yoktur ama kişinin kendini (nefsini) duyguları
bağlamında eğitmesi gereklidir. Duyguların doğru kullanımı ise
esaretimizi yok edeir. Ruhen özgür oluruz, günlük olaylar,
eşya, eş, dost, yakınlar bizi artık asla esaretleri altına
alamazlar.
Ben Bilgisi "Ben
bilgisi" dedik, nedir bu "Ben bilgisi"? Biraz önce zihnimizle
özdeşleşmekten kaynaklanan bir "ben duygusu"ndan söz etmiştik.
Benlik duygumuzu, beşeri bir yanılgı ve zaaf olarak
zihnimizden aldığımızı söylemiştik. Benlik duygusu çok daha
derinde ve çok daha gerçek bir yerden alınmalıdır. Biz bu
bedenimiz değiliz, biz bu bedenimizin işlevlerinden ibaret
değiliz. Beş duyu ile algıladığımız her şey; bu dünyaya
aittir, eşyanın bilgisine aittir, maddeye aittir. Biz bir ruh
varlığıyız ve bu dünyaya enkarneyiz. Buraya ait olan hiçbir
şey varlığımıza, "Asıl benlik bilgimize" mal edilemez. İşte
bunun şuurunda olabilirsek ve bu idrakimizi genişletip bunu
sürekli kılabilirsek, bize ait sandığımız duyguların
illüzyonel dualite alemine ait olduklarını da daha rahat
anlayabilir araya gönüllü olarak mesafe koyarız ki, bizi esir
almasınlar ve özgürlüğümüz kaybolmasın. Örneğin malına mülküne
çok düşkün bir insan o malın, mülkün esareti altına girmiştir
ve tüm yaşamına o gözlükle bakmaktadır. Hatta yanına dostluk
duyguları ile yaklaşan insanlara karşı bile kuşku içinde
yaşamakta, malı-mülkü kaybetmek korkusu yaşamı ona zehir
etmektedir.
Eşya
Bilgisi Yukarıda,
"Eşya bilgisi" demiştik; yani ben sandığım bedenim, onun
işlevleri ve beni saran ve çevreleyen madde... Bunları hepsi
eşyanın bilgisidir. Maddenin, ruh varlığı üzerindeki
etkisinden hep söz ediyoruz. Maddeye egemen olmaktan, onun
cazibesinden kurtulmaktan söz ediyoruz. Bunun ne kadar önemli
olduğunu sıkça yineliyoruz. Maddeye egemen olabilmek için onu
tanımak, onun sadece bir içsel gelişim aracı olduğunu bilmek
gerek; bu da "kendini tanıma" uygulamasının bir
parçasıdır.İnsanı sık sık geldiği dört yol ağzındaki keskin
ayırımlardan kurtaran tek şey de kendini bilme çalışmalarında
kendi kendine sorduğu sorulara verdiği dürüst yanıtlardır.
Ancak böyle bir titizlikle eğitilmiş
zihnimiz, aklımız bir çok şeyin ayrımını çok sağlıklı ve
gerçeğe daha yakın yapacaktır. Evrensel şuurla, bireysel
şuurumuzun beraber çalışmasından doğan öze ilişkin bilgilerin
aktif düşünce alanımıza, zihnimize indirilebilmesi,
idrakimizin genişlemesine katkı sağlayacak,
"hakikat"
yönünde hareket etme şansımızı artıracaktır(5).
Duygu-Akıl
İşbirliği Duygu-akıl işbirliği birçok
alanda bireye verimli çalışmalar yapma olanağı sağlar.
Otomatik zihnin kışkırtmalarıyla hareket eden kişi duygusal
davranır. Bir tesir aldığımızda hemen zihin devreye girer;
gerçeği eğip büker, kendine göre nefsani çıkarlar yönünde
yorumlar, geçmişimizde o olayla ilgili bulunan kalıpları
bulur ve biz ona göre bir duygu yansıtırız. Bu da büyük bir
olasılıkla daha önce söylediğim gibi, duygusallık olacaktır.
Yani beyin, hipotalamustan yanıt verecektir. Tesir alır ve
tahlil etmeden hemen yansıtır. Zihin yaşamakta olan gerçeği
yok saydığından, maziye başvurduğundan, gerçek duyguyu da
iptal edecektir.
Zihni algıda değil, duyguyu
değerlendirirken kullanmalıyız. Zihni algı sırasında devreye
sokarsak, yukarıda da belirttiğimiz gibi; düşünce kalıpları
devreye girip, çağrışımlara neden olurlar. Şimdi ile
bağlantımız kopar. Duygusallık dediğimiz hal ortaya çıkar.
Nefsani zihnin işi bitmemiştir. Hemen duygusal
davranışlarımızı meşrulaştıracak bahaneler üretir. Sağlıklı
çalışmayan zihin egonun kölesidir. Ego için 'an' mevcut
değildir; onun için önemli olan, geçmiş ve gelecektir. Onu
besleyenler 'an'ın dışında olan her şeydir. Zihnimizle
özdeşleştiğimiz sürece, ego yaşamımızı yönetir. Bu şekilde
yaşamanın inisiayatik ve ezoterik ifadesi "nefsin zulmü
altında ve uykuda yaşamak"tır. Nefs, çok güçlü görünmesine rağmen, aslında güvensizdir. İdrakli insanda ise, bir tesir
alındığında, tesir analiz edilecek ve o tesire uygun duyguyla
ve daha da önemlisi, bilgi ile tepki verilecektir. Burada,
dikkat edilirse; zihin, duyguyu değerlendirmede
kullanılmaktadır.
Duygu duygudur,
aklileştirmeye gelmez. Akıl ve duygu farklı şeylerdir. Zihni
duygunun alanına sokmamak gerek. İdrak edilmiş bilgiyi sokmak
dengeyi ve sükuneti sağlayacaktır. Tesiri hızla alırız, ama
hüküm verirken Tedriç Yasasına tabi oluruz. Bu durumda
hissettiğimiz duygu, gerçek duygu olacaktır; eğer gerçekten
kızmamız gereken bir durum meydana gelmişse, bunu ifade
edeceğiz. Öfkemizi bastırmayacağız ya da yerine başka bir
duygu koymayacağız. Yani üzülmeyeceğiz. Eğer bunu bilerek
yapıyorsak, yine de sorun yok. Seçim bizim seçimimizdir. Sorun
bunun farkında olmayışımızdan kaynaklanıyor ki bunu nedeni
kendini bilmeyişimiz yani uyurgezer durumda oluşumuz.
Yeterince uyanık olmadığımızı ve farkındalığımızın yüksek
olmadığını bilmiyoruz. Bu da alışılagelmiş duygu
kalıplarımızdan biri olduğu için durumun negatifliğinin
farkında değiliz. Ortada sorun yoksa, neyin çözümünü
arayacağız ki? Böylece tesir gerçek yerini bulana kadar
insanın dengesini bozar durur. Duygusallıkta bu oluyor.
Duygusallık
ve Özdeşleşme Sıkıntılarımızın çoğu
duygularımızın kontrolsuzluğundan kaynaklanır. Özdeşleşmeler
de enerjisini bu başıboş duygulardan alır. Özellikle gençler
arasında bu fazladır. Buna bağlı olarak da onların duygusal
karmaşaları fazladır. Kendilerini yalnız hissederler, aile
fertleriyle aralarındaki ilişki zayıflamıştır. Bu yalnızlık
duygusundan kaçma adına erdemlerle bağdaşmayacak tutumlar
içine girebilirler. İlkel bireylere özgü saldırganlık ve
şiddet örneklerini medyada sık sık görüyoruz...
Özellikle bu gençler kendi aralarında ve
duygusallıklarına göre gruplaşırlar. İdolleri vardır; yani
özdeşleştikleri "put"ları... Takım hayranlığı, sanatçı
hayranlığı gibi. Dinsel öğretilerde bunun adı putperestliktir.
Muhammed Peygamber'in Kabede putları kırarak sergilediği
eylem, aslında; özdeşleşmelerin, içimizdeki putların,
putperestliklerin kırılmasının simgesidir. Biz de objektif bir
şekilde kendimizi gözlemlemeli ve putlarımızı kırmalıyız.
Muhammed Peygamber, bildiğimiz savaşları bitirdikten sonra,
veciz bir ifadeyle durumu, mealen şöyle belirtmiştir:
"Gerçek cihad, insanın kendi kendisiyle olan cihadıdır."
Cihadın içinde, kendini tanıma, nefsin ve duygusallığın
eğitilmesi vardır. Bir gün halifeye, "En güçlü insan kimdir ?"
diye sormuşlar. O da " Öfkesine sahip olandır." diye
yanıtlamış. Burada "öfke" duygusallıklardan bir elemandır.
Duygusallık kontrol altına alındığı zaman, özdeşilen şeylerin
de önemi azalır ve onlardan kurtulmak kolaylaşır.(6)
Duygulardan besleniyoruz.
Kendini bilen kişiye yakışan, onları yönlendirmesi ve onları
birebir yaşamasıdır. Önemli olan duygulara egemen olmak
değildir. Hep duygulara egemen olmaktan söz edilmiştir.
Duygularımızın dizginlerini ele geçirme hayalleri kurmuşuzdur.
Duygulara egemen olmak mümkün değil. Aslolan onları yenmek ya
da yok saymak değil, onları kontrol altında tutup, duygulardan
içsel gelişim yönünde yararlanmaktır. Bu arada, aklı da
devreye sokup, hissettiğimiz duygunun tahlilini yapmaktır: "Şu
anda neden böyle hissediyorum? neden alınganlık gösteriyorum?
Karşımdaki ne demek istedi? Ben ne anlıyorum?" Göreceksiniz,
çoğunlukla bu tür soruların yanıtını geçmişinizde
bulacaksınız.
Eminim, sizi alıngan olmaya
iten birkaç öykünüz vardır. Ama artık Şimdi'desiniz ve
karşınızdaki kişi yeni biridir(o, aynı şahıs olsa da, yenidir,
zamana göre başkalaşmıştır), olay da yepyeni bir olaydır. Ya
da eski bir dosttur ama olay yepyeni bir olaydır, ve siz o
dostunuza etiketi çoktan yapıştırdığınızdan hükmünüzü
vermişsinizdir bile. O hükmü devreye sokarsınız. Onunla eski
bir iletişimsizliğiniz olmuştur ve siz bu negatifliğin
anısını, tesirini, hala saklamaktasınız. Olayı Şimdi'de
tahlil ettiğinizde, gerçek duygunuzun daha sağlıklı olduğunu
göreceksiniz. İşte o anda ne hissediyorsanız hissedin, o
gereklidir. Kurtulmak için gayret göstermeyin, yalnızca ona
layık olduğu önemi verin. Duygu bastırılmazsa, marazileşmez.
Yazımızın bir yerlerinde de;
farklı duygu hallerine girip çıktığımızı belirtmiştik. Gelip
geçen anlık hallerdir bunlar. Eğer onu gerektiği gibi
yaşamazsak, zamanla bu anlık haller, sürekli hale gelir.
Örneğin, birine kızdık diyelim. Çok büyük bir olasılıkla, sağ
duyunun ve görgü kurallarının gereği olarak öfkemizi
bastırırız. O an öfkemizi ifade etmediğimiz için bu duyguyu
içimizde hapsetmişiz demektir. Bu, yapay bir öfke (ya da
duygusallık) kontroludur. Bu tavrımız alışkanlık haline
geldiğinde, öfkeyi biriktirmeye başlar ve sürekli öfke duyan
biri olur çıkarız. Eğer bu olumsuz duyguyu bir şekilde,
kendimize ve başkasına zarar vermeden boşaltabilseydik,
üzerimizdeki tahribatı ve duygusallığa dönüşümü mümkün
olmazdı.
Peki, nasıl
yani? Kendinize her türlü duyguyu
hissetmeye izin verin. Şov nitelikli olmamak kaydıyla; öfkeli
olun, ağlayın, sevinçliyseniz kahkahalarla gülün, bu
duyguların derinliklerine dalın, onları bastırmayın. Eğer o an
yapamıyorsanız, yalnız kaldığınızda deneyin. Bu tutumunuzu
sürekli kılarsanız, zamanla duygusal bir esnekliğe
kavuştuğunuzu görecek ve hiç bir duyguya gerektiğinden fazla
zaman harcamayacaksınız. Hatta daha da iyisi, tüm eski
biriktirmiş olduğunuz olumsuz enerjileri de tamamiyle atacak
ve geçmişin yükünden kurtulacaksınız. Kalbinizde bir duygunun
yükseldiğini hissettiğiniz zaman, buna vesile olan objenin
(haberin/kişinin vb.)üzerine değil, bu duygu üzerinde
yoğunlaşın. Yani, tesirin kaynağına değil; kendinize dönen o
tesirin sizde uyandığı haletin üzerine yoğunlaşın. O haleti
yaşayın; o kadar ki, o duygunun kendisi olun.
Duygularımız tekamülümüz
için, deneyimlerimiz için gerekli olan pratik tesirleri
almamıza yarayan birer süzgeçtirler ve çok önemlidirler ve
bedensel benimize aittirler. Belki çok yüce değildirler ama
bayağı da değildirler. Daha yüksek bir tesir konisine girmemiz
onların bu anlamda doğru değerlendirilmesiyle olasıdır. Yeni
daha süptil bir tesir konisinin enerjisine hazırlık
çalışmalarıdır bunlar, o enerjiye alışma ve ona egemen olma
çalışmalarıdır. Bu da "yeni insanlık dönemi" ne hazırlık
çalışmalarımızın bir parçasıdır aslında... Çünkü “yeni insan”,
duygularını kontrol altına almış, duygusallıktan kurtulmuş
kişi olacaktır. Duygularımızın, bu anlamda bize yardım
etmesine izin vermeliyiz. Başka tesirlerde olduğu gibi,
(örneğin nefsaniyet tesiri, vicdan tesiri...) duygu tesiri de
şuur aydınlığına ulaşmamız için, çıkmak zorunda olduğumuz
basamaklardan biridir. Duygusallık, beşeri realitelerin
basamaklarında sevgi basamağından önceki basamaktır.
Yeni Çağ
Realitesine Aday Olmak Duygularımızı eğitmedikçe,
“yeni insan”ın başka bir adı olan “sevgi insanı” olmak olası
değildir. Sevgimizi de duygusallık kirinden arındırmak
durumundayız. Bu basamaklar bizi bir uyurgezer olmaktan, bir
uyanıklığa, farkındalığa yükseltecektir. Uyurgezer makine
kişi, sıradan olandır, ötekisi ise, aydınlanmış ve uyanmış insan demektir. "Ben ve eşya" bilgisinin sonsuzluğunu özümseyebilmiş, duygularını ve düşüncelerini doğru
değerlendirebilen, güçlü, iradeli, içsel çabayı elden
bırakmayan, pozitif ve vicdan tatbikatı yapabilen erdemli
insandır. Bunun başka türlü ifadesi de
"yeni çağa aday olmak"tır.
Yeni çağın enerjilerini kullanmaya aday olmak demek: Şuur
düzeyi yüksek, bir üst realiteyi yaşamaya hazır, bir üst
realitenin titreşimine, tesirine dayanıklı kapasiteye gelmiş insan olacaktır ve elbette
ki, gerçek anlamda özgür insan da budur..
Beşeriyetin gelişiminde
irade ile düşüncenin bir arada çalıştırılması oldukça yeni, hissetme ise her şeyden eskidir. Bireysellik gelişimi
sürecimiz içinde kişi, düşünmekten önce, hissettmeye önem
vermiştir. Duyguların, duygulanmanın, düşünceye göre daha
yaşlı olması elbetteki ki üzerimizdeki egemenliğinde de önemli
rol oynar. Bir sürü refleks ve içgüdümüz, duyularımızın
aracılığıyla oluşur. Bu nedenle, başlangıçta, hisseden, ama
bilmeyen beşerden söz edilebilir. Çünkü bilmek, bir yerde
düşünmeyle var olan bir iştir. Hissetmeyle beraber düşünmek,
kendini ve maddeyi tanıyabilmek, madde düzeni hakkında bilgi
sahibi olmak, madde ile kendi arasındaki bağları kurmak vs.
tarzındaki işler varlığın irade beyanıyla bir amaca bağlı bir
çalışmasıyla elde edilmiştir.
|