Geçmiş
Yaşamları Unutmak Tekrardoğuşun Doğal Sonucudur.
Bu
konuda şimdiye kadar yazdıklarımız, bu arabaşlığın altında
çok fazla söze gerek bırakmayacak kadar açıktır. Onları
birkaç cümle içinde yinelemekle, geçmiş yaşamları unutmanın
doğal bir sonuç olduğu davasını hükümlendirmek mümkün
olacaktır. Dünyadaki şuur ve bilgi alanlarımız ancak burada
gördüğümüz ve içinde yaşadığımız olaylarla ilgili anımsamalarla
genişlediği ve bu anımsamaların da beyin cevherinin araya
karışmasıyla ortaya çıktığını söylemiştik. Durum böyle
olunca, dünyamızdan olsun, başka alemlerden olsun; almış
olduğumuz bilgileri burada yeniden anımsamak ve onları
kullanabilmek için, o bilgilerle ilgili beyin cevherlerimizde
bir takım yerlerin ve izlenimlerin önceden hazırlanmış
olması gerektiğini biliyoruz.
Bu
sözlerden çıkan açık gerçek şudur: Beyin ruhtan alabildiği
fikirler, ancak kendisinde, daha önceden herhangi bir izlenim
oluşturmuş olanlardır. Örneğin, çocuklukta geçirilmiş
bir olayın, ne kadar unutulmuş olursa olsun, az çok cehit
sarfı ile hiç olmazsa bazı kısımlarının anımsanması
olasıdır. Fakat eğer bu olay ya hiç öğrenilmemiş ise ya
da geçmiş bir yaşamda hatta hipnoz gibi, ruhun bedenle ilişkisinin
gevşemiş bulunduğu durumlarda ruh tarafından idrak olunmuş
ise, onu doğrudan doğruya ve ruhun ayrıca bir etkinlik göstermesine
gerek kalmadan beyin yoluyla anımsanması olası değildir. Bu
olayla ilgili bilgi, dünyanın normal koşulları altında
ebediyen unutulmuş olarak kalır.
Dünyadaki
bilgi ve düşünce kudretimiz, beynimizin fizyolojik olanaklarına
bağlıdır. İşte bu nedenledir ki, üç buutlu alemin koşullarına
bağlı bir beyinle düşünmek zorunda kaldığımız sürece o
alemin, ne üstündeki ne de altındaki realiteleri
anlayabilmemize olanak vardır. Bunun gibi, gerçek metapsişik
yöntemlerle, gerek ölüm ile geçiş ya da ebediyen kendisini
beyin cevherlerinin baskısından kurtarmış olan bir ruh, eski
aleminin dışındaki realiteleri sezmeye başlamak olanağına
kavuşur.
Dünyada
öğrenilen şeylere aracı olan beyinle ilgili fikir klişeleri
beyinle beraber mahvolup gider. Fakat onlar aracılığıyla oluşan
çok derin, çok kapsamlı bilgiler ruhta yerleşmiş ve ebedileşmiş
olarak kalır. Bunlar yeniden dünyaya gelişte, yeni bir
beyinde izlenimlerini, yani dünyaya özgü fikirsel görünümlerini
sağlayan klişeleri bulamadıklarından, tezahür edemezler.
Tekrardoğuş,
ruhların yeni dünya koşulları içinde yepyeni bir takım
maddelere bağlanması ve ancak o maddeler yardımıyla dünya
olayları içinde yaşanması demektir. Ruhun, daha doğrusu
perispirinin kazandığı yeni dünya bedeni bakirdir. O, henüz
üzerinde işlenmemiş bir gramafon plağına benzer. Onda, dünyanın
girdisiyle çıktısıyla ilgili hiçbir izlenim, hiçbir iz
yoktur. Bununla birlikte körpeliği ve tesirlilik olanaklarının
genişliği yüzünden bu beden tüm yapısı ile ve özellikle
alıcı yeteneği ileride olan sinir sistemi ile ruhun tesirliliğiyle
ilgili tüm etkinliklere hazır durumdadır. Ruh bir yandan bu
bedenin gelişimi oranında, dış alemle ilgili titreşimleri
daha geniş ölçüde idrak etmek olanağını bulurken; öte
yandan da, tekamül ihtiyaç ve zorunluluğuna göre, onun üzerinde
işlemekten, daha doğrusu, ne kendisinin ne de başkalarının
bilmediği yüksek amaçlar yolunda onu terbiye etmekten geri
durmaz. Bununla beraber, önceki yaşamında geçirmiş olduğu
binbir çeşit olayla ilgili bilgiler ruhta bulunduğu halde o,
yeni dünya yaşamında gelişmekte olan şuur alanına
iletemez. Çünkü bu alanı sınırlayan ve aynı zamanda
zenginleştiren elemanlardan o, yoksundur. Yani bedende o
olaylarla ilgili hiçbir izlenim, hiçbir iz yoktur. Bağlı şuurun
dar alanı, ancak yeniden yeniye belirlemeye başlayan, ruhun dünyayla
ilgili etkileriyle ilgili beyindeki izlerin ve izlenimlerin çoğalması
ve zenginleşmesi oranında genişleyecektir. Zaten uykusundan
uyandıktan sonra, bunların hiçbirinden haberdar olamaz. Eğer
onun bu unutma durumu ameliyat sırasında yaşamının yokluğuna
bir işaret sayılsaydı, o sırada onun yok olduğuna inanmak
gerekirdi.
1-Doğal uykuyu
ele alalın: 8-10 saatlik uykumuz sırasında geçen yaşamımızdan
haberiniz var mıdır? Eğer hele “deliksiz bir uyku” geçirmişseniz;
sabahleyin gözlerinizi açınca, uykunuz sırasındaki yaşamınızın
her zamanki şuurunuz karşısında tamamen saklanmış olduğunu
görürsünüz. Fakat öyle oluyor diye, uyurken ki yaşamımızı
yok sayabilir miyiz?
2-Eğer bizim anımsayamadığımız
ya da şuur alanımızda tutamadığımız tüm olayların varlığını,
sırf bunun için tanımamak adet olsaydı, vücudumuz içinde
geçen tüm yaşamsal olgularını da kabul etmememiz gerekirdi.
Her zamanki şuurumuz dışında kalan öyle önemli yaşamsal
olgular organizmamızda cereyan eder ki, bunlardan bazılarının
en ufak bir bozukluğu bile bizi en kısa zamanda ölüme götürmeye
yeterlidir. Dış etmenlere karşı şuurlu bir mekanizma ile
bizi savunan bir iç etkinliğimiz vardır ki, biz ancak onunla
yaşayabiliriz. Fakat yüzbinlerce bağlantı içinde çalışan
bu iç varlığımızdan hangimizin haberi verdır? Şimdi, biz
bilmiyoruz diye, hormonlarımızın salgılama etkinliğini,
mide ve bağırsaklarımızın hareketlerini, durmadan akan /
dolaşan kanımızda olupduran sayısız olayları vb. tanımamazlık
edebilir miyiz?
3-Hepimizin çocukluk
yaşamı vardır. Fakat hiçbirimiz annemizden süt emdiğimizi anımsayamayız.
Daha önce de belirttiğim gibi, bu unutkanlığımız çocukluk
yaşamımızı yadsımamıza bir neden olabilir mi?
4-Bazı akıl
hastaları günlerce ve hatta haftalarca sıra dışı bir yaşam
sürer. Fakat bunlar bu sırada yok olup gitmiş değildirler.
Onların da kendilerine göre mantıkları, istekleri, düşünceleri;
kısaca, birer iç ve dış yaşamları vardır. Günün birinde
bunlar iyileştiklerinde, yaşadıklarını çoğu kez anımsayamazlar.
Saralıların
çok bilinen bir yanları vardır. Bu duruma gelince hasta, işi
ve gücü ile meşgul olurken birden bire her şeyi unutur.
Otomatik bir şekilde yaşamaya başlar. Fakat burada kullandığımız
“otomatik”
sözcüğü boş bir laftan ibarettir. Çünkü bu sözcük bu
durumu açıklamış olmaz. İşte saralı kimse bu durumda
birkaç dakika, birkaç saat ve hatta birkaç gün toplumun içinde
dolaşır ve normal zamanlarında yapamayacağı işlere girişir.
Örneğin bir subay, emrindeki erleri önüne katar, Savunma
Bakanlığı’nın bahçesine gelir, burada onları dizer ve bu
tören durumunda bir hedef belirler ve tabancasındaki mermileri
boşaltmaya başlamakla da kalmaz o hedefte mermi izleri ile
zamanın Savunma Bakanının adını yazar ama tekrar normal
durumuna dönünce tüm bu yaptıklarını unutur ve niçin
buraya gelmiş olduğunu da bilemez.
Şimdi,
bu sara hastası subay bunları anımsamıyor diye, herkesin gözü
ününde olmuş bu olayı tanımamazlık olur mu? Görülüyor
ki, bu yaşamımızın bazı kısımlarındaki yaptıklarımızı
anımsayamamaklığımızın yaşamımızın o kısımlarını
tanımamamıza hiçbir hak kazandırmayacağı gibi, daha önceki
yaşamlarımızda yaşamış olduğumuzu da ( onları anımsamıyoruz
diye) tanımamamaya kalkışmamız basit bir düşünce ürünü
olur. Kaldı ki ileride göreceğimiz gibi; bazı özel koşullar
altında geçmiş yaşamlarla ilgili az çok belirgin anımsamalar
bile çok kez olasıdır.
Geçmiş
Yaşamları Anımsamak Gerekli Değildir
Çok
kişi der ki, “eğer dünyaya gelmekten amaç, görgü / deneyim kazanmak ve özelliklede
acı ve ıstıraplı deneyimlerden geçerek gelişmek ise, her
geçen yaşamı tüm bilgileri ile halleri ve haletleriyle
unuttuğumuza göre, geçmiş yaşamların öğreticiliği
nerede kalır?” Yeni yaşamda hataya düşmemek için
o deneyimlerimizden nasıl yararlanabiliriz? Bu şekilde düşünmek
yüzeysel ve asılsızdır. Tekrar, hatta tekrar tekrar doğuşların
amacını, özellikle gelişmenin amacını ve dünya
deneyimlerinin ne demek olduğunu iyice anladıktan sonra buna
benzer soruları gerçekten ve işin aslından uzak olduklarının
kolaylıkla kabul etmek olasıdır.
Önce
unutulmaması gereken nokta, dünyadaki deneyimlerin bir tür
laboratuar deneylerinden ibaret olmadığıdır. Laboratuar
deneyleri doğrudan doğruya fikirle ilgilidir ve ruhun dolaylı
tekamülüne yarar. Fakat burada bu “dolaylı” sözcüğüne
dikkat etmek gerek: Örneğin bir hayvan beynini açıp, solunum
merkezlerinin yerini araştıran bir fizyoloğun buradaki amacı,
bu merkezin o canlıdaki etkinliğini görmek ve değerlendirme
yapmaktan ibarettir. Benzer şekilde adrenalin provokasyonu
yapan bir doktorun amacı da hastasına malarya parazitinin olup
olmadığını anlamaktır. Fakat dünya koşullarına ve
gereklerine uygun bilimsel alandaki bu deneylerin amaçladığı
yukarıda saydığımız hedefler ve fizyoluğun, ne doktorun ve
ne de hastanın yeryüzündeki varlığının hedeflediği gerçek
amaçların aynısı değildir; belki, bu gerçek amaçları
realize ettirecek olan araçlardır. Bu gerçek amaçlar,
laboratuar deneylerinin hedeflediği beynin kapsama yeteneğinden
dışarı çıkmayan basit bir bilgiyi değil, ruhun tekamülü
için gerekli olan görgüyü ve deneyimi arttırmaya yöneliktir.
Bu görgü ve deneyimin artması, enkarne varlığın birçok
olaylarla karşılaşması ve bu karşılaşmalardan dolayı
ruha, daha doğrusu ruh ile madde arasındaki ilişkiyle ilgili
unsurların sağlanmış olması demektir. Bu unsurların içerikleri
hakkında daha fazla bir şey bilmiyoruz.
Örneğin,
adrenalin provokasyonu yaparken fizyolog birtakım işler görmek,
bir takım başka olaylarla karşılaşmak ve tüm bunlar karşısında
fikriyle beraber birçok duygusunu da harekete geçirmek ve bazı
tepkiler vermek zorunda kalacaktır: Bir hastayla ilgilenmek,
deneyi yaparken iyi / kötü niyetlere sahip olmak, bu işin
sonundaki başarı ya da başarısızlıktan dolayı değişik
sonuçlarla karşılaşmak, hastalık / ameliyat vesilesiyle bazı
insanlarla tanışmak, çevresindekilere iyi / kötü
davranmak…Bunlar gibi sayısız birçok yeni olaylar doğacak
ve tüm bunlardan sadece o doktor değil, hastası da ruhlarının
görgüsünü arttırmak için ayrı ayrı yararlar elde
edeceklerdir.
Bununla
birlikte bu yararlar; adrenalin deneyinden alınan maddesel ve tıbbi
sonuçlar gibi gelip geçici ve sadece dıştan görünen
(zahiri) değil, derin anlamlı, ebedi ve yeterince basiret
sahibi olmadıkça, bağlı şuura yansımayan bir ruh yükselişi
şeklinde ortaya çıkacaktır. Ayrıca, dünyada unutulmuş
gibi görünen tüm olaylar,en ince ayrıntılarıyla “ruha
işlenmiştir.” Madde ile bağlantısı gevşedikçe,
ruh onları tekrar kendisinde bulur. Bu noktayı ileride
tekrar inceleyeceğiz.
Tüm
bunlara ek olarak, geçmiş zamanlarla ilgili anılar; fikir
olarak var olmakla beraber bir takım içgüdüler, eğilimler
ve içtepiler olarak da ortaya çıkarak kişinin eylem ve
hareketlerinde hüküm sahibi olan vicdan melekesini geliştirirler.
Dahası, deneysel psikoloji bize, bireyde bulunan eski anılardan
dolayı bazı içtepilerin ister istemez onun etkinlikleri
üzerinde bazı tesirler yapabileceğini gösterir. Bu konu üzerinde
de ileride yeniden durulacaktır.
Beşeri
olaylarda bağlı şuurla sınırlanmış düşünce ve akıl
yürütmemi, içtepilermi egemendir?
Acaba
kişi, bir işi yaparken, düşüncelerinin mi yoksa içtepilerinin
mi etkisi altındadır? Bu konuda herkesin kendine özgü
deneyimi vardır. ayrıca, hepimiz biliriz ki, kişi; arzularından,
içgüdülerinden alışkanlıklarından (iradesine karşın)
vazgeçemez. O halde etkin yaşamımızda, bu saydıklarımızın
rolü, bağlı şuur ile kayır altına alınmış düşüncenin
rolünden daha etkilidir.
Şurası
da açıktır ki, etkin yaşamda enkarne varlığın frenleyici
rol oynayan düşünceler ancak içgüdülerin en güçlüleri
ile uygunluk ve uzlaşma halinde bulunurlar. Eğer bir kimsenin
yüksek duygu ve eğilimler gelişmiş bulunuyorsa, o kimsenin
iyi düşünceleri kötü duygu ve eğilimleri fazla ise, kötü
düşünceleri daha kolaylıkla gerçekleşir. Örneğin, benim
canım bir şey yapmak istiyor, bendeki bu istek kuvvetli bir
arzu halindedir. Eğer
düşüncem bu isteğe uygun ise, o işi hiçbir güçlüğe uğramaksızın
uygulama alanına çıkarabilirim. Düşüncem arzuma uygun değilse
ve bu düşüncemi destekleyen zıt bir eğilim ve arzu da bende
yoksa, düşüncemin tüm samimi itirazıma karşın iradem,
arzumun peşine takılır ve ben bu içtepilerimin gösterdiği
yönde o işi yapmaya girişmekten kendimi alamam. Fakat eğer
arzularıma karşı çıkan düşüncem bende “uyuklarken”,
o sırada ortaya çıkan başka uygun eğilimler ve arzularla
desteklenmiş bulunuyorsa, bunların şiddet derecesine göre
benim o işi yapmaklığım ya da büyük çekincelerle gerçekleşir
ya da o işi yapmam. Bu durumu bazı gözlemlerle desteklemek
isterim:
I)
İkinci kitabımızda başka konularla olan ilgisi yüzünden
verilmiş bir örneği burada da okuyuculara anımsatacağım.
Yazık ki kendisinden izin alma fırsatını bulamadığım için
işaret olarak “D….”
harfiyle söz etmek zorunda kaldığım süjede ilgili bu deneyi
yeniden ele alalım (bkz. Cilt II sayfa 514) : Süje, hipnoz
durumunda, bay “K…”nın cebinden mendili alması ve kendi
cebine koyması telkin ediliyor. Kendisinden bu işi yapacağına
dair söz aldıktan sonra, çalışmaya son veriliyor. Bu sırada
onun hafızasında, verdiğimiz telkinle ilgili hiçbir anı
yoktur. O, yapacağı işi henüz bilmiyor. Fakat hareketlerine
dikkat edilirse, kendisinin şiddetli ve sanki karşı
koyulamayacak bir duygunun tesiri altında bulunduğu kolayca görülüyor.
Süje bu sırada durgun ve düşüncelidir, ama mutlaka yapılması
gereken bir işin, bir vazifensin zamanının gelmesini
bekleyenlere özgü bir sabırsızlık ve hatta huzursuzluk
kendisinde açıkça görülmektedir. Acaba bu durum neden ileri
geliyor?
Burada
süjenin serbest iradesiyle verdiği bir karar vardır. O da bay
“K…”nın mendilini onun cebinden kendi cebine aktarma
etmektir. Fakat daha önce de kitabımızda serbest irade ile,
yani degaje olmuş bir ruh iradesiyle verilen kararların
tesirliliğine ve onların gerçekleşmesi gerektiğine değinmiştik.
Burada serbest iradenin tesirliliği şiddetli bir içtepi
olarak süjeyi belirli bir amacın gerçekleşmesi yönünde
uyarır. Süje yapacağı işle ilgili düşünülmüş ve akıl
yürütme sonunda yapılmasına karar verilmiş fikir halinde
bir bilgi yoktur. O ancak, belli belirsiz ama zamanı yaklaştıkça
az çok berraklaşan belli bir işin yapılması hakkında şiddetli
ve karşı konulmaz bir arzunun etkisi altındadır ve bu
arzunun kendisinde nasıl doğduğundan, ne için o işin yapılmasını
istediğinden haber yoktur. Bununla meşgul olmak bile onun aklına
gelmez. O, sadece içinden gelen şiddetli bir dürtüşle; önce
belirsiz bir huzursuzluk halindeki içgüdülerinin gittikçe şiddeti
artan ve hedefini belli eden arzular şeklinde kendisini zorla
o hedefe doğru sürüklediğini duyar. İşte süjenin o
anda tüm varlığını işgal etmiş olan şey budur.
Bu
arzular ve dürtüler o kadar şiddetli olabilir ki, süjenin
onlar karşısında her zamanki şuuruyla düşünülebilmesi ve
iradesini kullanarak onları engellemesi ve hatta böyle bir
girişimde bulunması bile olası değildir. çünkü bu içgüdüler
iradeyi de önlerine katıp belirli bir hedefe doğru sürüklerler.
İşte yukarıda verdiğimiz örnek bunu açıkça gösteriyor.
Buradaki içgüdülerin süje üzerindeki egemenliğini o kadar
açıkça görüyoruz ki, bay “D…” normalde cesaret
edemeyeceği bir işi, hiç düşünmeye bile gerek görmeden,
ya da buna fırsat bulmadan tereddütsüzce yapıyor. Serbest
iradesinin etkisi ortadan kalkınca, böyle bir şey yaptığından
dolayı kendisini kabahatlı ve ayıplı bir harekette bulmuş
bir kimse durumunda görerek şaşkınca bulabileceği bir özrün,
yaptığı işten daha gülünç olduğunu fark edemeyecek kadar
pişmanlık duyan süje bağlı şuur durumuyla düşünüp ve
akıl yürütünce böyle bir şeyi asla yapamayacağını göstermiş
oluyor.
Bununla
birlikte, iyi bir karşılaşma eseri olarak aynı süje ile
daha önce yapmış olduğumuz başka bir deney (bkz. Cilt II,
sayfa 516) konumuzun irdelenmesinin tamamlanmasına yarayacak başka
bir gözlem olanağı vermektedir. Bu deney süjeye, günlük yaşamındaki
çevre koşulları içinde yapamayacağı bir işi hipnoz
durumunda telkin ediyoruz: Süjeden, orada hazır bulunan bir
bayanı öpmesini istiyoruz. Bunu şiddetli bir telkin olarak
yapmamış olmamıza karşın süje hipnozdan çıktıktan sonra
gene içgüdülerinin etkisinden kendisini kurtaramıyor ve daha
önce de belirttiğim gibi; zamanı gelince, bu işi yapmakla
yapmamak arasında büyük bir içsel mücadele dönemi geçirmeye
başlıyor. Bir yandan içgüdüler kendisini bu işin yapılmasına
sevk ediyor, öte yandan, onun akıl yürütme ve düşünerek
edindiği fikirler bu işin “acayip ve tuhaf” olduğunu, yapılmasının
doğru olmadığını kendisine uyarıyor. Böylece süje bu
fikirleriyle içgüdülerinin, birbirine zıt tesirler altında
(oldukça şiddetli) bir içsel mücadele devresi geçiriyor ama
sonunda, fikri, iradesine egemen oluyor ve bu işi yapmıyor.
Süjeden
bu çekincesinin nedeni ve aklına gelen o “acaip”
şeyin ne olduğunu sorduğumuzda bunu açıklamaktan ısrarla
çekiniyor be “hiçbir şer değil”
diyor. Fakat kendisinin yeniden hipnoz durumuna geçirince, tüm
öyküyü anlatmaya başlıyor: “Böyle bir şeyi yapmadım çünkü uygun görmedim…”diyor.
Okuyucularım
yukarıdaki açıklamalarımızı kabul ettilerse, bu durumu
kolaylıkla kendileri açıklayabilecekleridir. Burada olan şudur:
Süjeye hipnoz durumundayken gerektiği kadar telkin yapılmadığı
içini hipnozdan çıktıktan sonraki içtepiler süjenin
ruhunda esasen yerleşmiş; saygı, görgü kuralları vb. gibi
öteki dürtülere baskın bir kuvvetle olmadığından,
hipnozdaki telkinlerle oluşmuş bu içtepilerin gerçekleştirilip
gerçekleştirilmemesi hakkında harekete geçen akıl yürütme
ruhta gizli halde bulunan ters duygulara dayanarak onları yenmiş
ve iradeyi onların etkisinden kurtarmıştır.
II.
Aşağıdaki denemede de bu konudaki düşüncelerimizi
destekleyecek başka bir gözlem olanağını bize vermektedir.
Bu çalışmada da yukarıda söz konusu olan Bay “D…”
ile yspılmıştır: Bay “D….”
Saat 8’de ipnoza alındı ve kendisine şöyle bir fikir
telkin edildi: “Uyandıktan
yarım saat sonra yani 8:30’da burada bulunanların karşısında
göbek atacaksınız.” Süje bu telkinden sonra uyandırıldı.
Elbette o hipnoz altında, herhangi bir fikrin etkisine sokulduğunun
farkında değildi. Dolayısıyla kendisinde, belli bir saatte
herkesin karşısında göbek atması gerektiği fikri asla
yoktu. Psikolojik bakımdan durumunun açıklanmasını eksik bırakmamak
için, bay “D…”nin kabadayı mizaçlı ve tam bir erkek
tiplemesi olduğunu da burada not etmiş olalım. Bu belirgin
karakterinden dolayı ona; daha erkekçe bir zeybek havası önerilmiş
olsaydı, belki o bunu kendisine daha uygun bulur ve yapmakta güçlük
çekmezdi. Fakat ciddi bir amaçla toplanmış olan bu topluluk
içinde, durup dururken o başka konular arasında birden bire
kalkıp, daha çok kadınlara yakışan bir oyun oynamaya başlaması
onun (süjenin) kolaylıkla yapabileceği bir iş sayılmazdı.
Bununla
birlikte, hipnozdan çıktıktan sonra; kendisine telkin edilen
fikir hakkında hiçbir bilgisi olmamasına karşın, Bay “D…”
büyük bir huzursuzluk içinde göründü. Onun tüm durumu kısaca
ve tam anlamıyla “Yaşamından memnun değil…”
sözcükleriyle betimlenebilirdi. Süjenin huzursuzluğunun karnından
kaynaklandığı besbelli oluyordu. Nedenini bilmediği halde
elini sürekli karnına götürüyor ve arasıra da, “Bugün fazlaca yemişim galiba, karnımda bir ağırlık var”
diyordu.
Bu sırada topluluğumuz içinde bambaşka konular üzerinde
konuşuluyor ve asistanlar süjenin hareketlerine ve sözlerine
önem veriyormuş gibi görünmeye çalışıyorlardı. Bununla
beraber o, yarı şaşkın bir durumda hep kendisiyle ve özellikle
de karnı ile meşgûldü. Arasıra birden yerinden fırlıyor,
odanın orta yerine doğru ilerleyerek, sanki bir oyuna hazırlanıyormuş
gibi hareketler yapıyordu. Fakat bir iki saniye sonra ortada
dimdik duruyor ve gene elini karnına götürerek, karnından şikayete
başlıyordu. Her halinde bir huzursuzluk, doyurulamamış bir
arzunun ne olduğu belirsiz ama şiddetli bir dürtüsü
besbelliydi. Bu sırada asistanlardan biri kendisine sordu:
- Karnınızda ne
var, ne oluyor? -
Ne bileyim be! Canım
sıkılıyor, midem dolgun…
Bundan
sonra, sanki önemli bir işin görüleceği belirli bir zamanı
beklemek üzere, kendisine sudan bir meşguliyet arayanlara özgü
bir tavırla duvara yaklaştı ve oradaki bir resme bakmaya başladı.
Yerine oturdu, yeniden kalktı ve yine aynı resme yaklaştı.
Bununla birlikte, kendisinde; o resme bakmaktan çok, bir işi
sabırsızlıkla yapmaya hazırlananların hali vardı. Şurası
da belirtilmeye değer ki o, ne saate bakıyor, ne de saatin kaç
olduğunu bir kimseden soruyordu. Koltukta otururken birdenbire
ve sanki bir hırsla yerinden fırladı, odanın orta yerine
geldi. Bu sırada ben gizlice saatime baktım, 8:25’i gösteriyordu.
Süje ayakta dalgın ve düşünceli durdu. Bir şeyi anımsamak
istiyormuş gibi bir hali vardı. Elini işaret parmağını şakağına
koydu ve öylece bir süre düşündü. Bu sırada saat 8:28
olmuştu. Sırtı, deney sırasında (hipnozdayken) oturmuş
olduğu koltuğa dönüktü. O sırada da o koltuğa fizik öğretmeni
olan bir arkadaş oturmuş bulunuyordu. Herkes süjeyi sessizce
ama heyecanla izliyordu. Saat 8:29’a geldi. Ben Bay
“D…”nin sağ tarafındaki bir iskemlede oturuyordum; başını
bana doğru çevirdi ve dalgın/ düşünceli bir tavırla, şunları
yavaş yavaş söyledi:
-Ben tam 8:30’da
bir şey yapacaktım ve bu çok önemli bir şeydi, neydi o? Aklıma
da geliyor… Elini alnına götürdü bir iki saniye bekledi ve
birden: “Haah! Arkamdan birisi “göbek” dedi, değil mi?
Başını arkasına çevirerek, fizik öğretmeni arkadaşa
hitaben, “Göbek at dedin, değil mi? (Herkese hitaben) Canım,
göbek nasıl atılır ama atayım! Al işte atıyorum. “Elini
göbeğine götürdü ve bir iki kez göbeğini oynattı. Bu
anda saat tam 8:30’u gösteriyordu.
Bay “D…” nin
bu işi bitirdikten sonra sahne değişti, birden bire eski neş’esini
doğal halini aldı. Aklında ne göbek atması, ne de karnından
şikayeti kaldı. O huzursuzluk Halide kayboldu. Hatta verilen
telkini dakikası dakikasına yapmış olmasından hayrete düşen
asistanların hararetli tartışmaları karşısında o, sanki
bundan hiçbir şey anlamıyormuş gibi, herkese ayrı ayrı
hayret ve merak içinde bakıyordu.
|