Metafizik / New Age

WWW.ASTROSET.COM

 

Tekrar Doğuş V

Bedri RUHSELMAN

Hazırlayan: Selman GERÇEKSEVER

Geçmiş Yaşamları Unutmak Tekrardoğuşun Doğal Sonucudur.

  Bu konuda şimdiye kadar yazdıklarımız, bu arabaşlığın altında çok fazla söze gerek bırakmayacak kadar açıktır. Onları birkaç cümle içinde yinelemekle, geçmiş yaşamları unutmanın doğal bir sonuç olduğu davasını hükümlendirmek mümkün olacaktır. Dünyadaki şuur ve bilgi alanlarımız ancak burada gördüğümüz ve içinde yaşadığımız olaylarla ilgili anımsamalarla genişlediği ve bu anımsamaların da beyin cevherinin araya karışmasıyla ortaya çıktığını söylemiştik. Durum böyle olunca, dünyamızdan olsun, başka alemlerden olsun; almış olduğumuz bilgileri burada yeniden anımsamak ve onları kullanabilmek için, o bilgilerle ilgili beyin cevherlerimizde bir takım yerlerin ve izlenimlerin önceden hazırlanmış olması gerektiğini biliyoruz.

  Bu sözlerden çıkan açık gerçek şudur: Beyin ruhtan alabildiği fikirler, ancak kendisinde, daha önceden herhangi bir izlenim oluşturmuş olanlardır. Örneğin, çocuklukta geçirilmiş bir olayın, ne kadar unutulmuş olursa olsun, az çok cehit sarfı ile hiç olmazsa bazı kısımlarının anımsanması olasıdır. Fakat eğer bu olay ya hiç öğrenilmemiş ise ya da geçmiş bir yaşamda hatta hipnoz gibi, ruhun bedenle ilişkisinin gevşemiş bulunduğu durumlarda ruh tarafından idrak olunmuş ise, onu doğrudan doğruya ve ruhun ayrıca bir etkinlik göstermesine gerek kalmadan beyin yoluyla anımsanması olası değildir. Bu olayla ilgili bilgi, dünyanın normal koşulları altında ebediyen unutulmuş olarak kalır.

  Dünyadaki bilgi ve düşünce kudretimiz, beynimizin fizyolojik olanaklarına bağlıdır. İşte bu nedenledir ki, üç buutlu alemin koşullarına bağlı bir beyinle düşünmek zorunda kaldığımız sürece o alemin, ne üstündeki ne de altındaki realiteleri anlayabilmemize olanak vardır. Bunun gibi, gerçek metapsişik yöntemlerle, gerek ölüm ile geçiş ya da ebediyen kendisini beyin cevherlerinin baskısından kurtarmış olan bir ruh, eski aleminin dışındaki realiteleri sezmeye başlamak olanağına kavuşur.

  Dünyada öğrenilen şeylere aracı olan beyinle ilgili fikir klişeleri beyinle beraber mahvolup gider. Fakat onlar aracılığıyla oluşan çok derin, çok kapsamlı bilgiler ruhta yerleşmiş ve ebedileşmiş olarak kalır. Bunlar yeniden dünyaya gelişte, yeni bir beyinde izlenimlerini, yani dünyaya özgü fikirsel görünümlerini sağlayan klişeleri bulamadıklarından, tezahür edemezler.

  Tekrardoğuş, ruhların yeni dünya koşulları içinde yepyeni bir takım maddelere bağlanması ve ancak o maddeler yardımıyla dünya olayları içinde yaşanması demektir. Ruhun, daha doğrusu perispirinin kazandığı yeni dünya bedeni bakirdir. O, henüz üzerinde işlenmemiş bir gramafon plağına benzer. Onda, dünyanın girdisiyle çıktısıyla ilgili hiçbir izlenim, hiçbir iz yoktur. Bununla birlikte körpeliği ve tesirlilik olanaklarının genişliği yüzünden bu beden tüm yapısı ile ve özellikle alıcı yeteneği ileride olan sinir sistemi ile ruhun tesirliliğiyle ilgili tüm etkinliklere hazır durumdadır. Ruh bir yandan bu bedenin gelişimi oranında, dış alemle ilgili titreşimleri daha geniş ölçüde idrak etmek olanağını bulurken; öte yandan da, tekamül ihtiyaç ve zorunluluğuna göre, onun üzerinde işlemekten, daha doğrusu, ne kendisinin ne de başkalarının bilmediği yüksek amaçlar yolunda onu terbiye etmekten geri durmaz. Bununla beraber, önceki yaşamında geçirmiş olduğu binbir çeşit olayla ilgili bilgiler ruhta bulunduğu halde o, yeni dünya yaşamında gelişmekte olan şuur alanına iletemez. Çünkü bu alanı sınırlayan ve aynı zamanda zenginleştiren elemanlardan o, yoksundur. Yani bedende o olaylarla ilgili hiçbir izlenim, hiçbir iz yoktur. Bağlı şuurun dar alanı, ancak yeniden yeniye belirlemeye başlayan, ruhun dünyayla ilgili etkileriyle ilgili beyindeki izlerin ve izlenimlerin çoğalması ve zenginleşmesi oranında genişleyecektir. Zaten uykusundan uyandıktan sonra, bunların hiçbirinden haberdar olamaz. Eğer onun bu unutma durumu ameliyat sırasında yaşamının yokluğuna bir işaret sayılsaydı, o sırada onun yok olduğuna inanmak gerekirdi.

1-Doğal uykuyu ele alalın: 8-10 saatlik uykumuz sırasında geçen yaşamımızdan haberiniz var mıdır? Eğer hele “deliksiz bir uyku” geçirmişseniz; sabahleyin gözlerinizi açınca, uykunuz sırasındaki yaşamınızın her zamanki şuurunuz karşısında tamamen saklanmış olduğunu görürsünüz. Fakat öyle oluyor diye, uyurken ki yaşamımızı yok sayabilir miyiz?

2-Eğer bizim anımsayamadığımız ya da şuur alanımızda tutamadığımız tüm olayların varlığını, sırf bunun için tanımamak adet olsaydı, vücudumuz içinde geçen tüm yaşamsal olgularını da kabul etmememiz gerekirdi. Her zamanki şuurumuz dışında kalan öyle önemli yaşamsal olgular organizmamızda cereyan eder ki, bunlardan bazılarının en ufak bir bozukluğu bile bizi en kısa zamanda ölüme götürmeye yeterlidir. Dış etmenlere karşı şuurlu bir mekanizma ile bizi savunan bir iç etkinliğimiz vardır ki, biz ancak onunla yaşayabiliriz. Fakat yüzbinlerce bağlantı içinde çalışan bu iç varlığımızdan hangimizin haberi verdır? Şimdi, biz bilmiyoruz diye, hormonlarımızın salgılama etkinliğini, mide ve bağırsaklarımızın hareketlerini, durmadan akan / dolaşan kanımızda olupduran sayısız olayları vb. tanımamazlık edebilir miyiz? 

3-Hepimizin çocukluk yaşamı vardır. Fakat hiçbirimiz annemizden süt emdiğimizi anımsayamayız. Daha önce de belirttiğim gibi, bu unutkanlığımız çocukluk yaşamımızı yadsımamıza bir neden olabilir mi? 

4-Bazı akıl hastaları günlerce ve hatta haftalarca sıra dışı bir yaşam sürer. Fakat bunlar bu sırada yok olup gitmiş değildirler. Onların da kendilerine göre mantıkları, istekleri, düşünceleri; kısaca, birer iç ve dış yaşamları vardır. Günün birinde bunlar iyileştiklerinde, yaşadıklarını çoğu kez anımsayamazlar.

  Saralıların çok bilinen bir yanları vardır. Bu duruma gelince hasta, işi ve gücü ile meşgul olurken birden bire her şeyi unutur. Otomatik bir şekilde yaşamaya başlar. Fakat burada kullandığımız “otomatik” sözcüğü boş bir laftan ibarettir. Çünkü bu sözcük bu durumu açıklamış olmaz. İşte saralı kimse bu durumda birkaç dakika, birkaç saat ve hatta birkaç gün toplumun içinde dolaşır ve normal zamanlarında yapamayacağı işlere girişir. Örneğin bir subay, emrindeki erleri önüne katar, Savunma Bakanlığı’nın bahçesine gelir, burada onları dizer ve bu tören durumunda bir hedef belirler ve tabancasındaki mermileri boşaltmaya başlamakla da kalmaz o hedefte mermi izleri ile zamanın Savunma Bakanının adını yazar ama tekrar normal durumuna dönünce tüm bu yaptıklarını unutur ve niçin buraya gelmiş olduğunu da bilemez.

  Şimdi, bu sara hastası subay bunları anımsamıyor diye, herkesin gözü ününde olmuş bu olayı tanımamazlık olur mu? Görülüyor ki, bu yaşamımızın bazı kısımlarındaki yaptıklarımızı anımsayamamaklığımızın yaşamımızın o kısımlarını tanımamamıza hiçbir hak kazandırmayacağı gibi, daha önceki yaşamlarımızda yaşamış olduğumuzu da ( onları anımsamıyoruz diye) tanımamamaya kalkışmamız basit bir düşünce ürünü olur. Kaldı ki ileride göreceğimiz gibi; bazı özel koşullar altında geçmiş yaşamlarla ilgili az çok belirgin anımsamalar bile çok kez olasıdır.

Geçmiş Yaşamları Anımsamak Gerekli Değildir

  Çok kişi der ki, “eğer dünyaya gelmekten amaç, görgü / deneyim kazanmak ve özelliklede acı ve ıstıraplı deneyimlerden geçerek gelişmek ise, her geçen yaşamı tüm bilgileri ile halleri ve haletleriyle unuttuğumuza göre, geçmiş yaşamların öğreticiliği nerede kalır?” Yeni yaşamda hataya düşmemek için o deneyimlerimizden nasıl yararlanabiliriz? Bu şekilde düşünmek yüzeysel ve asılsızdır. Tekrar, hatta tekrar tekrar doğuşların amacını, özellikle gelişmenin amacını ve dünya deneyimlerinin ne demek olduğunu iyice anladıktan sonra buna benzer soruları gerçekten ve işin aslından uzak olduklarının kolaylıkla kabul etmek olasıdır.

  Önce unutulmaması gereken nokta, dünyadaki deneyimlerin bir tür laboratuar deneylerinden ibaret olmadığıdır. Laboratuar deneyleri doğrudan doğruya fikirle ilgilidir ve ruhun dolaylı tekamülüne yarar. Fakat burada bu “dolaylı” sözcüğüne dikkat etmek gerek: Örneğin bir hayvan beynini açıp, solunum merkezlerinin yerini araştıran bir fizyoloğun buradaki amacı, bu merkezin o canlıdaki etkinliğini görmek ve değerlendirme yapmaktan ibarettir. Benzer şekilde adrenalin provokasyonu yapan bir doktorun amacı da hastasına malarya parazitinin olup olmadığını anlamaktır. Fakat dünya koşullarına ve gereklerine uygun bilimsel alandaki bu deneylerin amaçladığı yukarıda saydığımız hedefler ve fizyoluğun, ne doktorun ve ne de hastanın yeryüzündeki varlığının hedeflediği gerçek amaçların aynısı değildir; belki, bu gerçek amaçları realize ettirecek olan araçlardır. Bu gerçek amaçlar, laboratuar deneylerinin hedeflediği beynin kapsama yeteneğinden dışarı çıkmayan basit bir bilgiyi değil, ruhun tekamülü için gerekli olan görgüyü ve deneyimi arttırmaya yöneliktir. Bu görgü ve deneyimin artması, enkarne varlığın birçok olaylarla karşılaşması ve bu karşılaşmalardan dolayı ruha, daha doğrusu ruh ile madde arasındaki ilişkiyle ilgili unsurların sağlanmış olması demektir. Bu unsurların içerikleri hakkında daha fazla bir şey bilmiyoruz.

  Örneğin, adrenalin provokasyonu yaparken fizyolog birtakım işler görmek, bir takım başka olaylarla karşılaşmak ve tüm bunlar karşısında fikriyle beraber birçok duygusunu da harekete geçirmek ve bazı tepkiler vermek zorunda kalacaktır: Bir hastayla ilgilenmek, deneyi yaparken iyi / kötü niyetlere sahip olmak, bu işin sonundaki başarı ya da başarısızlıktan dolayı değişik sonuçlarla karşılaşmak, hastalık / ameliyat vesilesiyle bazı insanlarla tanışmak, çevresindekilere iyi / kötü davranmak…Bunlar gibi sayısız birçok yeni olaylar doğacak ve tüm bunlardan sadece o doktor değil, hastası da ruhlarının görgüsünü arttırmak için ayrı ayrı yararlar elde edeceklerdir.

  Bununla birlikte bu yararlar; adrenalin deneyinden alınan maddesel ve tıbbi sonuçlar gibi gelip geçici ve sadece dıştan görünen (zahiri) değil, derin anlamlı, ebedi ve yeterince basiret sahibi olmadıkça, bağlı şuura yansımayan bir ruh yükselişi şeklinde ortaya çıkacaktır. Ayrıca, dünyada unutulmuş gibi görünen tüm olaylar,en ince ayrıntılarıyla “ruha işlenmiştir.” Madde ile bağlantısı gevşedikçe, ruh onları tekrar kendisinde bulur. Bu noktayı ileride tekrar inceleyeceğiz.

  Tüm bunlara ek olarak, geçmiş zamanlarla ilgili anılar; fikir olarak var olmakla beraber bir takım içgüdüler, eğilimler ve içtepiler olarak da ortaya çıkarak kişinin eylem ve hareketlerinde hüküm sahibi olan vicdan melekesini geliştirirler. Dahası, deneysel psikoloji bize, bireyde bulunan eski anılardan dolayı bazı içtepilerin ister istemez onun etkinlikleri üzerinde bazı tesirler yapabileceğini gösterir. Bu konu üzerinde de ileride yeniden durulacaktır.

Beşeri olaylarda bağlı şuurla sınırlanmış düşünce ve akıl yürütmemi, içtepilermi egemendir?

  Acaba kişi, bir işi yaparken, düşüncelerinin mi yoksa içtepilerinin mi etkisi altındadır? Bu konuda herkesin kendine özgü deneyimi vardır. ayrıca, hepimiz biliriz ki, kişi; arzularından, içgüdülerinden alışkanlıklarından (iradesine karşın) vazgeçemez. O halde etkin yaşamımızda, bu saydıklarımızın rolü, bağlı şuur ile kayır altına alınmış düşüncenin rolünden daha etkilidir.

  Şurası da açıktır ki, etkin yaşamda enkarne varlığın frenleyici rol oynayan düşünceler ancak içgüdülerin en güçlüleri ile uygunluk ve uzlaşma halinde bulunurlar. Eğer bir kimsenin yüksek duygu ve eğilimler gelişmiş bulunuyorsa, o kimsenin iyi düşünceleri kötü duygu ve eğilimleri fazla ise, kötü düşünceleri daha kolaylıkla gerçekleşir. Örneğin, benim canım bir şey yapmak istiyor, bendeki bu istek kuvvetli bir arzu halindedir.  Eğer düşüncem bu isteğe uygun ise, o işi hiçbir güçlüğe uğramaksızın uygulama alanına çıkarabilirim. Düşüncem arzuma uygun değilse ve bu düşüncemi destekleyen zıt bir eğilim ve arzu da bende yoksa, düşüncemin tüm samimi itirazıma karşın iradem, arzumun peşine takılır ve ben bu içtepilerimin gösterdiği yönde o işi yapmaya girişmekten kendimi alamam. Fakat eğer arzularıma karşı çıkan düşüncem bende “uyuklarken”, o sırada ortaya çıkan başka uygun eğilimler ve arzularla desteklenmiş bulunuyorsa, bunların şiddet derecesine göre benim o işi yapmaklığım ya da büyük çekincelerle gerçekleşir ya da o işi yapmam. Bu durumu bazı gözlemlerle desteklemek isterim:

I) İkinci kitabımızda başka konularla olan ilgisi yüzünden verilmiş bir örneği burada da okuyuculara anımsatacağım. Yazık ki kendisinden izin alma fırsatını bulamadığım için işaret olarak “D….” harfiyle söz etmek zorunda kaldığım süjede ilgili bu deneyi yeniden ele alalım (bkz. Cilt II sayfa 514) : Süje, hipnoz durumunda, bay “K…”nın cebinden mendili alması ve kendi cebine koyması telkin ediliyor. Kendisinden bu işi yapacağına dair söz aldıktan sonra, çalışmaya son veriliyor. Bu sırada onun hafızasında, verdiğimiz telkinle ilgili hiçbir anı yoktur. O, yapacağı işi henüz bilmiyor. Fakat hareketlerine dikkat edilirse, kendisinin şiddetli ve sanki karşı koyulamayacak bir duygunun tesiri altında bulunduğu kolayca görülüyor. Süje bu sırada durgun ve düşüncelidir, ama mutlaka yapılması gereken bir işin, bir vazifensin zamanının gelmesini bekleyenlere özgü bir sabırsızlık ve hatta huzursuzluk kendisinde açıkça görülmektedir. Acaba bu durum neden ileri geliyor?

  Burada süjenin serbest iradesiyle verdiği bir karar vardır. O da bay “K…”nın mendilini onun cebinden kendi cebine aktarma etmektir. Fakat daha önce de kitabımızda serbest irade ile, yani degaje olmuş bir ruh iradesiyle verilen kararların tesirliliğine ve onların gerçekleşmesi gerektiğine değinmiştik. Burada serbest iradenin tesirliliği şiddetli bir içtepi olarak süjeyi belirli bir amacın gerçekleşmesi yönünde uyarır. Süje yapacağı işle ilgili düşünülmüş ve akıl yürütme sonunda yapılmasına karar verilmiş fikir halinde bir bilgi yoktur. O ancak, belli belirsiz ama zamanı yaklaştıkça az çok berraklaşan belli bir işin yapılması hakkında şiddetli ve karşı konulmaz bir arzunun etkisi altındadır ve bu arzunun kendisinde nasıl doğduğundan, ne için o işin yapılmasını istediğinden haber yoktur. Bununla meşgul olmak bile onun aklına gelmez. O, sadece içinden gelen şiddetli bir dürtüşle; önce belirsiz bir huzursuzluk halindeki içgüdülerinin gittikçe şiddeti artan ve hedefini belli eden arzular şeklinde kendisini zorla  o hedefe doğru sürüklediğini duyar. İşte süjenin o anda tüm varlığını işgal etmiş olan şey budur.

  Bu arzular ve dürtüler o kadar şiddetli olabilir ki, süjenin onlar karşısında her zamanki şuuruyla düşünülebilmesi ve iradesini kullanarak onları engellemesi ve hatta böyle bir girişimde bulunması bile olası değildir. çünkü bu içgüdüler iradeyi de önlerine katıp belirli bir hedefe doğru sürüklerler. İşte yukarıda verdiğimiz örnek bunu açıkça gösteriyor. Buradaki içgüdülerin süje üzerindeki egemenliğini o kadar açıkça görüyoruz ki, bay “D…” normalde cesaret edemeyeceği bir işi, hiç düşünmeye bile gerek görmeden, ya da buna fırsat bulmadan tereddütsüzce yapıyor. Serbest iradesinin etkisi ortadan kalkınca, böyle bir şey yaptığından dolayı kendisini kabahatlı ve ayıplı bir harekette bulmuş bir kimse durumunda görerek şaşkınca bulabileceği bir özrün, yaptığı işten daha gülünç olduğunu fark edemeyecek kadar pişmanlık duyan süje bağlı şuur durumuyla düşünüp ve akıl yürütünce böyle bir şeyi asla yapamayacağını göstermiş oluyor.

  Bununla birlikte, iyi bir karşılaşma eseri olarak aynı süje ile daha önce yapmış olduğumuz başka bir deney (bkz. Cilt II, sayfa 516) konumuzun irdelenmesinin tamamlanmasına yarayacak başka bir gözlem olanağı vermektedir. Bu deney süjeye, günlük yaşamındaki çevre koşulları içinde yapamayacağı bir işi hipnoz durumunda telkin ediyoruz: Süjeden, orada hazır bulunan bir bayanı öpmesini istiyoruz. Bunu şiddetli bir telkin olarak yapmamış olmamıza karşın süje hipnozdan çıktıktan sonra gene içgüdülerinin etkisinden kendisini kurtaramıyor ve daha önce de belirttiğim gibi; zamanı gelince, bu işi yapmakla yapmamak arasında büyük bir içsel mücadele dönemi geçirmeye başlıyor. Bir yandan içgüdüler kendisini bu işin yapılmasına sevk ediyor, öte yandan, onun akıl yürütme ve düşünerek edindiği fikirler bu işin “acayip ve tuhaf” olduğunu, yapılmasının doğru olmadığını kendisine uyarıyor. Böylece süje bu fikirleriyle içgüdülerinin, birbirine zıt tesirler altında (oldukça şiddetli) bir içsel mücadele devresi geçiriyor ama sonunda, fikri, iradesine egemen oluyor ve bu işi yapmıyor.

  Süjeden bu çekincesinin nedeni ve aklına gelen o “acaip” şeyin ne olduğunu sorduğumuzda bunu açıklamaktan ısrarla çekiniyor be “hiçbir şer değil” diyor. Fakat kendisinin yeniden hipnoz durumuna geçirince, tüm öyküyü anlatmaya başlıyor: “Böyle bir şeyi yapmadım çünkü uygun görmedim…”diyor.

  Okuyucularım yukarıdaki açıklamalarımızı kabul ettilerse, bu durumu kolaylıkla kendileri açıklayabilecekleridir. Burada olan şudur: Süjeye hipnoz durumundayken gerektiği kadar telkin yapılmadığı içini hipnozdan çıktıktan sonraki içtepiler süjenin ruhunda esasen yerleşmiş; saygı, görgü kuralları vb. gibi öteki dürtülere baskın bir kuvvetle olmadığından, hipnozdaki telkinlerle oluşmuş bu içtepilerin gerçekleştirilip gerçekleştirilmemesi hakkında harekete geçen akıl yürütme ruhta gizli halde bulunan ters duygulara dayanarak onları yenmiş ve iradeyi onların etkisinden kurtarmıştır.

II. Aşağıdaki denemede de bu konudaki düşüncelerimizi destekleyecek başka bir gözlem olanağını bize vermektedir. Bu çalışmada da yukarıda söz konusu olan Bay “D…” ile yspılmıştır: Bay “D….” Saat 8’de ipnoza alındı ve kendisine şöyle bir fikir telkin edildi: “Uyandıktan yarım saat sonra yani 8:30’da burada bulunanların karşısında göbek atacaksınız.” Süje bu telkinden sonra uyandırıldı. Elbette o hipnoz altında, herhangi bir fikrin etkisine sokulduğunun farkında değildi. Dolayısıyla kendisinde, belli bir saatte herkesin karşısında göbek atması gerektiği fikri asla yoktu. Psikolojik bakımdan durumunun açıklanmasını eksik bırakmamak için, bay “D…”nin kabadayı mizaçlı ve tam bir erkek tiplemesi olduğunu da burada not etmiş olalım. Bu belirgin karakterinden dolayı ona; daha erkekçe bir zeybek havası önerilmiş olsaydı, belki o bunu kendisine daha uygun bulur ve yapmakta güçlük çekmezdi. Fakat ciddi bir amaçla toplanmış olan bu topluluk içinde, durup dururken o başka konular arasında birden bire kalkıp, daha çok kadınlara yakışan bir oyun oynamaya başlaması onun (süjenin) kolaylıkla yapabileceği bir iş sayılmazdı.

  Bununla birlikte, hipnozdan çıktıktan sonra; kendisine telkin edilen fikir hakkında hiçbir bilgisi olmamasına karşın, Bay “D…” büyük bir huzursuzluk içinde göründü. Onun tüm durumu kısaca ve tam anlamıyla “Yaşamından memnun değil…” sözcükleriyle betimlenebilirdi. Süjenin huzursuzluğunun karnından kaynaklandığı besbelli oluyordu. Nedenini bilmediği halde elini sürekli karnına götürüyor ve arasıra da, “Bugün fazlaca yemişim galiba, karnımda bir ağırlık var” diyordu. Bu sırada topluluğumuz içinde bambaşka konular üzerinde konuşuluyor ve asistanlar süjenin hareketlerine ve sözlerine önem veriyormuş gibi görünmeye çalışıyorlardı. Bununla beraber o, yarı şaşkın bir durumda hep kendisiyle ve özellikle de karnı ile meşgûldü. Arasıra birden yerinden fırlıyor, odanın orta yerine doğru ilerleyerek, sanki bir oyuna hazırlanıyormuş gibi hareketler yapıyordu. Fakat bir iki saniye sonra ortada dimdik duruyor ve gene elini karnına götürerek, karnından şikayete başlıyordu. Her halinde bir huzursuzluk, doyurulamamış bir arzunun ne olduğu belirsiz ama şiddetli bir dürtüsü besbelliydi. Bu sırada asistanlardan biri kendisine sordu:

- Karnınızda ne var, ne oluyor?

- Ne bileyim be! Canım sıkılıyor, midem dolgun…

  Bundan sonra, sanki önemli bir işin görüleceği belirli bir zamanı beklemek üzere, kendisine sudan bir meşguliyet arayanlara özgü bir tavırla duvara yaklaştı ve oradaki bir resme bakmaya başladı. Yerine oturdu, yeniden kalktı ve yine aynı resme yaklaştı. Bununla birlikte, kendisinde; o resme bakmaktan çok, bir işi sabırsızlıkla yapmaya hazırlananların hali vardı. Şurası da belirtilmeye değer ki o, ne saate bakıyor, ne de saatin kaç olduğunu bir kimseden soruyordu. Koltukta otururken birdenbire ve sanki bir hırsla yerinden fırladı, odanın orta yerine geldi. Bu sırada ben gizlice saatime baktım, 8:25’i gösteriyordu. Süje ayakta dalgın ve düşünceli durdu. Bir şeyi anımsamak istiyormuş gibi bir hali vardı. Elini işaret parmağını şakağına koydu ve öylece bir süre düşündü. Bu sırada saat 8:28 olmuştu. Sırtı, deney sırasında (hipnozdayken) oturmuş olduğu koltuğa dönüktü. O sırada da o koltuğa fizik öğretmeni olan bir arkadaş oturmuş bulunuyordu. Herkes süjeyi sessizce ama heyecanla izliyordu. Saat 8:29’a geldi. Ben Bay “D…”nin sağ tarafındaki bir iskemlede oturuyordum; başını bana doğru çevirdi ve dalgın/ düşünceli bir tavırla, şunları yavaş yavaş söyledi:

-Ben tam 8:30’da bir şey yapacaktım ve bu çok önemli bir şeydi, neydi o? Aklıma da geliyor… Elini alnına götürdü bir iki saniye bekledi ve birden: “Haah! Arkamdan birisi “göbek” dedi, değil mi? Başını arkasına çevirerek, fizik öğretmeni arkadaşa hitaben, “Göbek at dedin, değil mi? (Herkese hitaben) Canım, göbek nasıl atılır ama atayım! Al işte atıyorum. “Elini göbeğine götürdü ve bir iki kez göbeğini oynattı. Bu anda saat tam 8:30’u gösteriyordu.

  Bay “D…” nin bu işi bitirdikten sonra sahne değişti, birden bire eski neş’esini doğal halini aldı. Aklında ne göbek atması, ne de karnından şikayeti kaldı. O huzursuzluk Halide kayboldu. Hatta verilen telkini dakikası dakikasına yapmış olmasından hayrete düşen asistanların hararetli tartışmaları karşısında o, sanki bundan hiçbir şey anlamıyormuş gibi, herkese ayrı ayrı hayret ve merak içinde bakıyordu. 

 Yayın Tarihi:20 Ekim 2014 

<< ÖNCEKİ BÖLÜM

 SONRAKİ BÖLÜM >>

 

© Astroset 2003-2014